Deutsche Kinderbücher

Etiketler

17 Haziran 2018 Pazar

Ortak Öykümüz Başlık Arıyor!!!




Arkadaşlar, söz vermiş olduğum gibi ortak öykümüzün bazı gramer ve imla hatalarını düzeltip tekrar yayınlıyorum. Aslında anlamsal açıdan birkaç düzenleme daha yapılabilir fakat herkes büyük emek vererek bu çalışmaya ortak olduğu için, cümlelerde değişiklik yapmak istemedim. (Emeğe saygı) 
Şimdi tek yapmamız gereken, güzel bir başlık bulmak. Bundan önce birkaç arkadaşımız bazı önerilerde bulunmuştu ama bu güncel yayınımızın altına herkes fikrini tekrar yazarsa, çoğunluğun istediğini başlık olarak kullanırız. Emeği geçen herkese kocaman teşekkür ve tebriklerimi sunuyorum.  Hep beraber güzel bir öykü ortaya çıkarmış olduk. 👏👏


Saçları terden yüzüne yapışmış, gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş, koşmaktan dizlerinde derman kalmamış bir şekilde, sokağın büyük caddeye açılan köşesinden ana yola fırladı. Zifiri karanlıkta bir arabaya rast gelme umuduyla koşmaya devam etti. Yolun karşı tarafında beliren ışığa biraz daha yaklaştığında, birinin kendine doğru geldiğini ve fısıldayarak "Öykü" diye çağırdığını duydu. 

-Öykü, Öykü, Öykü...
 Fısıldamaların şiddeti arttı.
-Öykü, kızım, hadi uyan, uyansana, hadi kızım, sabah oldu, okuluna geç kalacaksın, uyan. 
Bir sıçramayla uyandı.
-Ah anne, sen miydin beni çağıran, ne işin vardı ışığın altında? 
-Ne ışığı yavrum, kabus mu görüyordun sen? Sana kaç defa dedim, uykudan önce gerilimli filmler izleme diye? Hadi kalk artık, bir duş al, portakal suyunu iç ve dersine yetiş!

"Neyse ki rüyaymış" dedi Öykü. Derin bir nefes aldı. Sonra kalkıp lavaboya gitti. Yüzüne çırptığı suyla kendine geldi. Annesi içeriden "iki lokma bir şeyler ye" diye sesleniyordu. "Geç kaldım anne" diye odasına gidip aceleyle giyindi. Annesine bir öpücük gönderip masanın üzerinde duran bir bardak sütü içtikten sonra kendini dışarı attı. Hızlı adımlarla ışıklara geldi.

Tam caddeden karşıya geçmeye hazırlanırken acı bir fren sesi duydu. Bir an geceki rüyanın etkisiyle arabanın kendisine çarptığını zannedip gözlerini kapattı. Sonra kendine gelip gözlerini açtığında, yerde yatan bir kedi yavrusu gördü. Hemen kediyi kucağına aldı. Neyse ki birkaç ufak çizikten başka görünür bir yarası yoktu kediciğin. İlk dersi kaçırmıştı zaten. Eve dönüp annemden mi yardım istesem, yoksa veterinere mi görürsem diye ikilemde kaldı Öykü.

Ama kısa sürede toparladı kafasını. Düşünmesine gerek yoktu ki, ne yapacağını o çok iyi biliyordu. Yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı. İçinde kelebekler uçuşmaya ve kalbi hızlıca atmaya başladı. Çünkü aklına gelen fikir onu heyecanlandırmıştı. Eve dönüp annesinden yardım almayacaktı elbette, kediyi veterinere götürecekti. Her gün okuluna giderken yolunu uzatıp kliniğinin önünden geçtiği, "Acaba karşılaşır mıyım" düşüncesi ile kapısının önünde oyalandığı, aşık olduğu veterinere götürecekti kediyi. O veterineri de ilk, arkadaşının kedisini götürdüklerinde görmüştü..Zaten o anda da aşık olmuştu. Ondan sonra sürekli oraya gitmek için bahaneler buluyordu. Hatta veteriner onu geçen hafta kapısının önünden geçerken görünce içeri kahve içmeye çağırmıştı. Öykü o günden sonra daha çok görmek istiyordu veterineri. Hakkında bütün bilgiye sahipti.. Öykü daha üniversite 4. sınıftaydı, veteriner ile aralarında 3 yaş vardı...

"Ayakları ondan evvel davranıp harekete geçmişlerdi bile. Hızlı adımlarla yürüyor, ılık sabah rüzgârını kızarmaktan kendilerini alamayan yanaklarında hissediyordu. Başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Mavinin envaiçeşit rengine bürünmüş, güneşin anaç ışıklarından şahsına pay çıkarmaya çalışıyordu gök kubbe.


'Ne güzel bir nisan sabahı..." dedi Öykü, mutluluğun iksiri aşık olma hali ile sarhoş olurken. Küçük kedicik o sırada iyice kucağına yayılmış, karamel kahvesi tüylerini yalamakla meşguldü.

Bir sokak geçti, sonra bir sokak daha. Veteriner kliniği ile arasında sadece yirmi metre kalmıştı ki, hemen yanı başındaki bir dükkanın camekanının önünde durdu. Camın yansımasında kendisini yeterince beğenene kadar üstüne başına bir çeki düzen verme gayretine girişti. Ensesinde topladığı koyu kumral saçlarını saldı. Saçlar omuzlarına düştü; perçemleri de küçük ve sevimli alnına. İşte şimdi hazırdı..." 

Heyecan içinde özel kliniğin merdivenlerinden çıkarken, kalp atışlarının ritmini frenlemek istercesine elini göğsüne bastırdı ve her adımı ile yüreğinin derinliklerinde giderek daha da çoğaldıklarını hissettiği pır pır uçuşan sevgi kelebeklerine, hemen oradan uzaklaşmalarını söyledi. Olabildiğince normal görünmeye gayret etse de, kucağında taşıdığı yaralı minik kedi kadar ürkek ve narindi. Bekleme salonunda girdiğinde daha önce hiç karşılaşmadığı sarı saçlı, ela gözlü, beyaz önlüğün içinde bile oldukça alımlı görünen bir genç kız karşıladı onu. “Bu kız da nerden çıktı şimdi?” dedi içinden. Öfkesini yatıştırmaya çalışarak “Tunç Bey müsait mi?” diye sordu ve ekledi “Minik kedinin durumu biraz acil de”. “Tunç Bey şimdi bir operasyonda. 15 dakikaya kadar çıkar. O müsait oluncaya kadar ilk müdahaleyi ben yapayım dilerseniz. Ben onun yeni asistanıyım, adım Seray” deyip, onay beklemeden çekip aldı kediciği Öykü’nün kucağından. Onu muyene odasına doğru götürürken geride bıraktığı parfümün rüzgarından hiç hoşlanmamıştı Öykü. Asistanın mekanik kollarında muayeneye 
giden kedicik ise çaresizce teslim oldu kaderine. Müjde annenin biricik kuzusu ve mahalledeki en 
yakın kankası Bücürük’le bugünkü pinpon maçını iptal edecekti mecburen.

"Öyle görünüyordu ki, beklemekten başka bir şansı yoktu. Boş bulduğu bir sandalyeye yöneldiği sırada, telefonundan gelen sesle aniden irkildi. Arayan Müjde’den başkası değildi. Ne diyecekti şimdi ona? Düşünmek yerine telefonu açmaya karar verdi. Telefondaki sesle ikinci defa irkildi. 'Öykü! Neredesin sen Allah aşkına? Okula da gitmemişsin bugün. Akşamki maçı unuttuğunu söyleme sakın bana!' Derin bir nefes aldı ve 'Müjde...' dedi; 'Söz veriyorum en ince ayrıntısına kadar anlatacağım, ama şimdi değil. Maçı da ertelememiz gerekiyor. Kızma olur mu?' diyerek kapattı telefonu. Neyse ki 

Müjde fazla kurcalamamıştı konuyu.

Telefonu çantasına koyarken , merdivenlerden inen Tunç’u gördü. Heyecanlanmayacağına dair kendi kendini telkin ederken,Tunç da onu çoktan görmüştü. 'Öykü...' dedi; 'Senin burada ne işin var?' 'Şey...' diyebildi… 'Kedi.. Araba çarptı da, aklıma sen geldin.' 'Çok iyi yapmışsın, nerede şimdi? Seray ilk müdahaleyi yapmıştır, gel bir beraber bakalım nesi varmış senin kedinin.' Seray adını duymaktan hoşlanmadığını fark etti, ama muayene odasına Tunç'la girecek olmak ona adeta zafer kazandırmıştı. Küçük bir müdahale sonrası kedicik de kendine gelmişti. Artık gitme vaktiydi. Oysa ki gitmek hiç içinden gelmiyordu. Vedalaşırken dile getirmeye çekinir gibi tutuk bir tavırla 'Şey...' dedi yine. 'Öğle tatili vakti geldi galiba, aç mıydın?' Tunç biraz düşünür gibi oldu; 'Aslında çok aç değilim ama şu 

köşe başında yeni bir pastahane açıldı, tatlılarının güzel olduğunu söylüyorlar. Ne dersin tatlı yiyelim mi?'"

"Öykü Tunç'un teklifini duyunca sevinçten çığlık atmamak için zor tuttu kendini. Sevincini belli etmemeye çalışarak tamam benim için uygun diyerek cevap verdi. Bir taraftan da Tunç'u süzüyordu. Tunç uzun boylu, geniş omuzlu, kumral, yeşil gözlü kendinden emin tavırlı, sakin bir gençti. Öykü'ye gülümseyerek 'Hadi çıkalım.' dedi. Tunç Öykü'nün ilgisini fark etmişti. Bu ilgi hoşuna da gitmişti, fakat belli etmedi. O da Öykü'yü beğeniyordu. "Neden olmasın" diye mırıldandı. Aslında tanımak da istiyordu onu. Gördüğü diğer kızlardan farklıydı. Doğal, saf bir görüntüsü vardı. Üniversite hayatında  hiç ciddi ilişkisi olmamış, kimseye güvenememişti.

Pastahanede oturup biraz sohbet ettiler. Havadan sudan konuştular. Daha sonra Tunç Öykü'nün okulunu sordu. Bu sene bitireceğini öğrenince çok sevindi. Tunç'un ses tonu  o kadar yumuşak ve etkileyiciydi ki, hiç susmasın konuşsun istiyordu Öykü. İkisi de çok keyif almıştı bu sohbetten.

Öykü Müjde'yi düşündü bir an, Tunç'u tanısa nasıl şanslı olduğunu söylerdi Öykü'ye herhalde.
Az sonra Tunç ayağa kalktı; 'Artık gitmem gerekiyor iş beklemez' dedi. Öykü'ye dönüp '...Yarın tekrar buluşalım istersen...'  diye gülümsedi.

Öykü bu gelişmeden çok mutlu olmuştu. Hiç bu kadarını beklemiyordu. Yeni bir aşk mı başlıyordu acaba? 'Tamam, yarın görüşürüz!' diyebildi. Tekrar buluşmak üzere vedalaşıp ayrıldılar..."

Öykü'nün içi içine sığmıyordu. Yarın tekrar buluşacaklardı. Bu ne demekti? Acaba Tunç'un hisleri de Öykü'nünki ile aynı mı idi? Bu teklif acaba bir ilişkinin başlangıcı mı idi? Yoksa sadece arkadaşça, basit bir buluşma teklifi mi idi? Serra Tunç'un sadece asistanı mı idi? Yoksa aralarında bir bağ var mı idi? Bunun gibi yüzlerce düşünceyle, heyecan içinde yarının gelmesini bekliyordu. Müjde'yi arasamı idi? Ama geç olmuştu. Bir yandan da bu gece heyecandan uyuyamayacağını düşünüyor ve yarın gözünün altında bir sürü mor halka ile Tunç'un karşısına geçmek istemiyordu. Yatağına uzandı ve bir sürü düşünceyle, sonunda uykuya daldı.
 Güzel bir sabaha uyanıp, lavaboya gitti, elini yüzünü yıkadı ve kendine geldi. Neşeli  neşeli  içinden "yalnız benim için, bak yeşil yeşil" şarkısını mırıldanıyordu :) Öykü eski  şarkıları dinlemeyi severdi zaman zaman ...Annesi, "Hayırdır Öykü, bu sabah ne mutluluk, ne neşe böyle? Bu sefer güzel rüyalar gördün galiba, yüzün de adeta güller açıyor, malum geçen sefer kötü bir kabus görmüştün..."

Öykü  derin bir nefes aldıktan sonra, yüzünde o tatlı gülümsemesiyle annesine döndü ve "Hiç bir şeyim yok, sadece bir kaç sınavımdan iyi not aldım, biraz rahatladım, ondan anneciğim" dedi. Annesi,  "İyi, peki öyle olsun bakalım, hadi o zaman kahvaltıya" diyerek Öykü'yü kahvaltıya çağırdı. Güzel bir kahvaltıdan sonra Öykü heyecanla Tunç'la buluşacağı saatleri iple çekm. Üstünü giyindikten sonra artık hazırdı, annesini öptü ve "Görüşürüz anneciğim" diyerek evden çıktı. Dışarıda bir kaç işini hallettikten sonra Tunç'un özel kliniğine doğru yürümeye başladı  ve  içeri girdi. Karşısında Tunç'u göreceğini beklerken, asistanı Seray çıktı. Zaten ona karşı içini kemiren sorular vardı, neyse ki çabuk toparlandı. "Merhaba Seray" dedi. Seray da "Merhaba Öykü, hoş geldin" dedi  "Hoş buldum" dedi Öykü ...Ve tam Tunç'u soracakken, Tunç odasından  çıktı. Tunç, Öykü'yü gördüğü an, içinde kelebekler uçmaya başladı ve  Öykü'ye "Hadi çıkalım mı? dedi. Öykü de "Tabi hazırım, çıkabiliriz .." Diyerek çıktılar ve yan yana yürümeye başladılar. Öykü'nün halen kafasında binlerce sorular olmasına rağmen, Tunç'un  yanında olduğu için çok mutluydu...Tunç, o naif sakin ses   tonuyla 
Öykü'ye nereye gitmek istediğini sordu. Öykü  bir an düşündü ve "Güzel bir deniz havası mı alsak? Vapurda çay, simit çok güzel gider" dedi. Tunç "Tabi neden olmasın, çok güzel olur, hadi o zaman gidelim" dedi ve vapura doğru yol alarak konuşmaya başladılar ...

Tunç’la başbaşa olmak, sohbet etmek bir hayal kadar güzeldi Öykü için. Ne konuştuklarının hiçbir önemi yoktu zaten. Havadan sudan konuştular, Tunç’un yanında zaman su gibi aktı, neredeyse yarım saatlik yol onlara birkaç dakika gibi geldi ve birden kendilerini iskelede buldular.

Ada vapuru kalkmak üzereydi. “Hadi,” dedi Tunç, halbuki yol uzundu, kim bilir kaçta dönebileceklerdi. Öykü annesinin onu merak edebileceğini de geçirdi aklından ama kalbi öyle hızlı atmaktaydı ki hiç bir şey düşünmeden Tunç’un peşinden gitti. Kendini inanılmaz hafif ve mutlu hissetmekteydi. Vapurda, hemen üstteki açık güverteye geçtiler, yola çıkar çıkmaz vapurun etrafını saran martılara, geçerken aldıkları simitleri attılar, sonra çay içtiler, sohbet ettiler ve yine zaman böyluçup gitti. Tunç da, Öykü’nün yanında ne kadar rahat ve keyifli olduğunu şaşkınlıkla fark etti. En başta onun güzelliğinden etkilenmişti ama onu tanıdıkça çok daha özel bir şeyler olduğunu anlamıştı. Zaten Ada’ya gitme fikri de aslında bilinçaltıyla verdiği bir karardı…

Vapurdan indiklerinde Öykü’nün ne yapacaklarını merak etmesine fırsat vermeden “seni biriyle tanıştıracağım,” dedi Tunç ve onu kolundan tutup birbirinden güzel evlerin, köşklerin sıralandığı bol ağaçlı, bol kedili sokaklardan birine sürükledi. Öykü Tunç’un bu heyecanına biraz şaşırsa da mutluluk içinde onu takip etti…

Böyle güzel, hoşsohbet ilerlerlerken, Öykü'nün telefonu çal
 ve annesi ona acilen eve gelmesini  söyledi. Tunç'un onu nereye götüreceğini çok merak etmesine rağmen, aklı annesinde kaldı. 'Acaba önemli bir şey mi oldu' diye düşündü ve Tunç'a acil işinin çıktığını, bu yüzden eve gitmesi gerektiğini söyledi ve oradan ayrılarak  eve doğru yol aldı... Yolda, acaba rüyada mıyım, bunların hepsi birer düş mü? diye tatlı bir düşünceyle ilerledi

Öykü, esrik duygularla yolda yürüyordu.
Yine aynı acı fren sesini duydu. Kalbi yerinden çıkmış gibi çarpıyordu. Arkasına dönüp baktığında sabah kediye çarpan arabayı gördü.
Arabaya odaklandı. Spor araba ile cip arasında yeni modellerden biriydi. Parlak mavi tonuyla, araba hemen fark ediliyordu. Kapı açıldı.
Saçlarını arkaya toplamış, deri ceketli kirli sakallı ve gözlüklü erkek indi.
Gözlükleri olsa da bakışları Öykü'ye kitlenmişti. Bunu o kadar mesafeden hissedebiliyordu.
O anın etkisiyle mi bilinmez; gök grileşti. Soğuk bir rüzgar başladı... Yanından geçen iki kadın aralarında o adamdan konuşuyordu. Kısa saçlı olan kadın: "Mahalleye yeni geldi. Geçen alt komşu onu merdivenden inerken görmüş. Belinde silah varmış. Her gece, farklı kişilerle eve geliyormuş."
Diğeri yetiştirdi:"Genç kızlarla da görülmüş. Konuştuğunda insan ürperiyor. İçinde canavar var, sanki. Şerrinden koru, Yarabbim! Nereden geldiyse, oraya geri dönse!."
Kadınlar uzaklaşırken adamsa ona doğru yürüyordu. Öykü, kendini gördüğü kabusların içinde hissetti. Kaçmak istiyor, ama; olduğu yere mıhlanmıştı...
İçindeki ses; ona düşünmeden orayı terk etmesini söylüyordu. Öykü sakinleşmeye çalışarak yola baktı. En azından bu sefer kimse zarar görmemişti. 


Ve adam gelmişti bile Öykü'nün yanına. 'İyi misiniz?' dedi. Öykü konuşamıyordu, sonra kendine geldi ve iyiyim dedi. Adam Öykü'ye öyle bakmıştı ki, Öykü daha çok korkmaya başlamıştı ve  oradan hızlı adımlarla uzaklaştı. Hemen eve gitti ve annesine olanları anlattı. Annesi, 'Geçti kızım, korkma' dedi. (Annesi bir anda neden panikledi) diye düşündü bir an Öykü, ama  annesine çok güvendiği için sormadı. Onun yanında kendini huzurlu hissediyordu ve odasına çıkıp yatağına yattığında 'Ben neden o adamı gördüğümde bir şeyler hissettim? Annem neden bu kadar panik yaptı acaba? diyerek uykuya daldı. Uyandığında evin her yerine baktı ve annesi evde yoktu. Bir şeyler yedi ve oturdu. O arada annesi dışarıda dolaşırken, bir anda o adamı gördü ve 'Selçuk' dedi. Selçuk  şaşırmıştı. Öykü'nün annesi başladı konuşmaya. 'Yıllar sonra beni bırakıp gittin, şimdi neden döndün? Biliyor musun sen beni bıraktığında ben hamileydim kızımıza ve sana bunu anlatamadım, çünkü beni bırakıp gittin. Defalarca aradım seni, ama dönmedin. Sen beni hiç sevmemiştin zaten.' Selçuk umursamadı ama, bir yandan içinde bir his oluştu nedenini bilmediği. Öykü'ünün hiç bir şeyden haberi yoktu. Evde oturuyordu ve canı sıkılmıştı, hazırlanıp dışarı çıktı. Etrafına bakınırken, annesiyle Selçuğu konuşurken gördü, ( ne konuşuyordu bunlar ) diye düşündü ve yavaşça onları dinlemeye karar verdi. Öykü'nün annesi 'sen umursamıyorsun ama bizim bir kızımız var, adı Öykü dedi. Öykü duyduğunda şok olmuştu.

Baba diyerek bağırdı !

Annesi ve Selçuk arkasına döndü ve 'Öykü' dedi......

Yıllardır adına bir sürü hikaye dinlediği adam şimdi karşısında duruyor olamazdı. Kalbi ile hüzünlü anıların arasında geçişler yaşamaya başlamıştı bile. Annesinin sözlerinin öfkeli yumruklarla çarptığı kişi gerçekten babası mıydı? Buna inanmasını kimse bekleyemezdi ondan. Ailede herkesin dilinde ölmüş olarak dolanan biri nasıl olur da evlerinin önünde dikilebilirdi. "Öykü bunu açıklamamıza izin ver lütfen" dedi annesi gözlerinden yaşlar süzülürken. Bunu açıklamak mı? 21 senelik bir yalan nasıl açıklanabilirdi ki. 

Öykü ne yaptığını bilmez bir halde koşarak caddeye doğru ilerledi. Annesi peşinden koşmaya çalışsa da yetişemedi. Kalbi ve ruhu büyük bir tezatlık içinde yeniden sıkışmaya mahkum edilmişti. Çocukluk anıları birer birer gözlerinde yeniden sahneliyordu. Onca sene öldüğüne inandırılan babasına kavuşabildiği için sevinecek değildi ya. Kalbinin sessiz çığlığı yükselmeye başlarken güneşin yeni yeni aydınlatmaya başladığı caddenin başında tüm bedeni tir tir titremeye başladı. Heyecanla beklediği yarınların hiç bir anlamı kalmamış hissine kapıldı. Babası dedikleri adam, Öykü'nün hayatında hiç bir anlamı olmayan gölgeden başka bir şey değildi. "Kalbimin derinliklerinde kabuk bağlamış bir acı vardı ve her şey altüst oldu." dedi kendi kendine. Bu saçmalığa ne inanmak ne de dahil olmak istemiyordu. Belki de hayatının en hızlı ve zor kararını aldı o an ve annesinin işe gideceği saati beklemek için köşe başındaki kafeye oturdu. 

Saatler inatla ilerlemek bilmezken, evin boş olduğuna inandığı anda koşarak eve döndü. Duvarında asılı olan haritaya baktı. "Yıllardır ertelediğim yolcuk, işte şimdi hayatımı değiştirecek." diyerek çantasına dolapta bulduğu bir kaç parça eşyayı tıkıştırdı. Yıllardır biriktirdiği paraların durduğu desteyi montunun cebine koydu. Susmak bilmeyen telefonunu tamamen kapatarak kendini bulmak için çıktığı yolculuğa adım attı. 

Anne ve babasıyla tekrar yüzyüze gelmek istemiyordu. Neticede kendini kandırılmış hissediyordu. Ama Tunç? Ona da bir veda etmeden mi yola çıkacaktı? Tam aralarında bir yakınlaşma olmuşken, bu kadar basit mi bitecekti her şey? Tekrar telefonunu açtı ve işaret parmağını Tunç'un numarasının üzerinde dakikalarca bekletti. Arasa ne diyecekti ki? Kafası karmakarışık bir şekilde ne yapacağını düşünürken, bir anda telefonu çalmaya başladı. Arayan Tunç'tu. Kalbi ilk defa bu kadar hızlı çarpıyordu. Elleri titreyerek telefonun açma tuşuna dokundu ve titrek bir sesle "Alo" dedi. Tunç'un sesi de tuhaf geliyordu ama onun bir şey söylemesini beklemeden Öykü hemen, " Sana anlatmam gereken çok önemli bir şey var" dedi. Tunç da ağır ve sessiz bir şekilde "Benim de" dedi. "O zaman  yarım saat sonra dünkü buluştuğumuz pastanede seni bekliyorum" diyerek telefonu kapattı.

Öykü’nün şu bir iki gündür yaşadıkları inanılır gibi değildi... Bunca sene öldü bildiği babası çıkagelmişti. Hayalinde yaşattığı babasına hiç benzemeyen garip bir adam. Hiç de tekin gözükmüyordu.

Sonunda hep istediği şey olmuş, Tunç ile bir pastanede oturup laflayabilmiş olsa da yine de istediği gibi olmayan şeyler vardı. Seray aklından çıkmıyordu bir kere. Bilinmezlikler içinde kalmak hoşuna gitmemişti. 

Öykü, tüm bu olanlar nedeniyle kendini altüst olmuş hisseder, düşünceleri karmakarışık iken kafasını toparlayamadıkça atacağı adımların doğruluğundan emin olamayacaktı. Sağlıklı düşünmekten çok uzaktı şu sıra.

Gitmese miydi acaba Tunç ile görüşmeye. Öyle ya, Tunç’un kendisine söyleyebileceği ne olabilirdi ki o kadar önemli. Birkaç kez ayak üstü ya da bir tatlı yemelik sürede konuşabildiği birinden bunca önemli ne duyacak olabilirdi ki!

Nasıl olsa uzaklaşacaktı buralardan artık. Gitmeden önce Tunç’u bir kez daha görmekten bir şey olmazdı. Zaten tutup da “bak Öykü, sakın şaşırma ama bunca yıl öldü sandığın baban aslında yaşıyor ve bu mahallede yaşıyor” diyecek hali de yoktu. Bu gerçeği öğrenmişti zaten.

Tunç erkence gitmişti buluşacakları yere. Onu bekliyordu. Bir an önce anlatacaklarını anlatıp Öykü duysun istediği belliydi. Öykü de masadaydı sonunda.

Garsona siparişleri verdikten sonra “gidiyorum” dedi Öykü, damdan düşer gibi. Tunç anlamadı, “daha yeni geldin, ev kaçmıyor ya, gidersin” deyince, “yok, öyle değil. Buralardan uzaklaşıyorum” diye cevapladı Öykü.

Şimdi Tunç da en az Öykü kadar allak bullak haldeydi. Altüst olmuş iki insan karşılıklı oturmaktaydılar. “Neden, nereye?” diye sordu Tunç. “Sakin, kafa dinleyeceğim bir yere”. “Neden?” diye üsteledi Tunç. “Altüst oldum. Karmakarışığım” dedi Öykü. “Ne oldu ki altüst edecek kadar seni?” Öykü, belli ki anlatacak halde değildi. “Anlatması zor. Ben gideceğimi söylemek istemiştim sana” diyebildi. “Nereye?” diye yine sordu Tunç. Öykü sustu. Sonra “Senin anlatacağın önemli şey neydi?” diye sordu Tunç’a. Tunç yutkundu. Anlatacakları, karşısına geçmiş gideceğini söyleyen birine anlatılacak şeyler değildi. 

Öykü sessizliği bozmak, buraya kadar gelmişken Tunç’un önemli dediği şeyi öğrenmek istiyordu uzaklara gitmeden önce. Neydi o acaba? “Bir şey söyleyecektin bana?” diye söze girdi Öykü. Tunç, gözlerini üst üste kırparak baktı Öykü’ye. “Anlatacaklarım, uzaklara gidecek birisi için değildi” dedi.

Öykü hep üsteleyen, Tunç da açılmak yerine hep kaçamak cevaplar veren oldu sonraki dakikalarda. Belli ki Tunç anlatacağı her ne idiyse anlatmayacaktı. Telefondaki o kararlı Tunç gibi gözükmüyordu. Bu sırada Tunç’un telefonu çaldı. “Kesin Seray’dır. Bir hayvan gelmiştir, acele gel diyecektir Tunç’a” diye düşünürken telefon ekranında arayanın “Beşik Kertmesi” olarak kayıtlı olduğunu gördü. Tunç da sanki bir çocukla konuşur gibi bir hava içinde tamamladı konuşmasını.

Öykü’nün gözleri büyüdü. Tunç’un bir beşik kertmesi mi vardı yani? Başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldu. Oysa ki her şeyi bırakıp gitmeye hazırlanan, kararlı bir insanın böyle hissetmemesi gerekmez miydi? Ama kazın ayağı öyle değilmiş meğer. Gözünü kırpmadan gitmelere kalkarken bir telefon araması onu ne hale getirmişti bak işte. Bu arada Tunç masadaki peçeteyle oynuyor hatta üzerine bir şeyler karalıyordu aklı karışık insanların çoğunun yaptığı gibi.

“Acele ile alınmış yanlış bir karar olmasın sakın gitme isteğin” diyebildi Tunç. Cevap veremedi Öykü, çünkü böylesi anlarda alınan kararlar ne kadar doğru olabilirse kendi kararı da o kadar doğruydu. Okulunu, bunca sene kendisini tek başına büyütmüş annesini, arkadaşlarını, evini, Tunç’u bırakıp gitmek, kaçmaktı aslında. Hayata kaçarak mı başlayacaktı? Elindeki avucundaki bitince ne yapacaktı? İşi gücü yoktu, elinden gelebilecek bir şey de yoktu. Bulaşık bile yıkayıp kazanamazdı ekmek parasını. Tüm tabakları kırıp borçlu bile çıkardı.

İyisi mi bir düşünse miydi gidip gitmeme kararını. En azından birkaç gün daha bekleseydi. Tunç’un yüzüne bakınca geride neler bırakacağını görmüştü çünkü. Babası gittiğinde annesi de bu halde olmalıydı. Şimdi babasının annesine yaptığını kendisi Tunç’a mı yapıyordu yoksa? Babasından ne farkı kalırdı insanları bu halde bırakıp sırtını dönüp giderse? Yok, gitmemeliydi. En azından şimdilik. 
“Tunç”, dedi. “Hemen gitmeyeceğim. Belki hiç gitmeyeceğim.”

Tunç bunları duysa da gözlerini peçeteden kaldıramadı. Öykü biraz daha yüksek sesle aynı şeyleri tekrar söyledi. Sonra da “Şimdi sen söyle, neler anlatacaktın bana” .

Tunç, ”Gitmeme kararın kesinleştikten sonra söyleyebilirim söyleyeceklerimi ancak” deyip, üzerine bir şeyler çiziktirdiği peçeteyi katlayıp Öykü’nün avucuna bıraktı. Birkaç resim, birkaç söz, birkaç şiir dizesi yazmıştı. Bir de öyle bir cümle vardı ki…

“Bunu benim yanımda açma. Eve git. Kendi kendine kal. Hafif bir müzik aç. Sonra bak peçeteye. Okuduğun her sözcüğün anlamını tart. Sonra istersen konuşalım.”

Öykü yine altüst olmuştu. Tunç’tan duyacaklarını sesli olarak duymayacak, görecekti. En büyük korkusu da anladıkları ile anlatılanların birbiri ile örtüşmemesi idi tabii. Ne yazmış olabilirdi ki Tunç peçeteye. İçinde ikisinin baş harfleri yazan bir kalp çizip içinden ok mu geçirmişti? Bu çizim için en iyi yerin ağaç gövdeleri olduğunu sanırdı oysa. Yoksa yüzüne söylemeye cesaret edemediği şeyleri kâğıda yazacak kadar kaçak güreşen biri miydi Tunç?

Madem Tunç konuşmayacaktı iyisi mi bir an önce eve gidip peçete kâğıdına bakmaktı. Ne vardı o kâğıtta? Beşik Kertmesi de aklını kurcalayıp duruyordu, Seray yetmezmiş gibi. 

Kimmiş, neyin nesiymiş onu da öğrenmek istiyordu. Çekip giderse buralardan asla öğrenemezdi. Kalacaktı. Ama bunu Tunç’a hemen söylemeyecek ne yaptığını görecekti onun, kendisini gidecek sandığı için. 


Pastaneden çıkıp ayrıldıklarında daha fazla dayanamayıp elindeki peçeteyi açtı. Gercekten de peçetede bir kalp vardı, altında da lütfen kal... Yazıyordu.
Öykü elinde peçete kalakalmıştı yol ortasında. Bir yanda anne babasına duyduğu öfke, diğer yanda kalbinin sesi... Bu mesajı gördükten sonra gidemezdi. Demek Tunç da onu seviyordu. Yoksa neden kalp resmi çizip gitme desindi... Ama anlatmak istediği neydi? Beşik kertmesi ne anlama geliyordu? Bunları açıklığa kavuşturmalıydı önce.
Eve dönmek istemedi hiç. Yakınlarında oturan teyzesine gitmeye karar verdi. Teyzesine olanları anlatınca, kafasını toparlayana kadar kalabileceği yanıtını aldı.
Eşyalarını misafir odasına bırakıp Tunç' a  mesaj yazdi : Gidemedim...
Aradan bir kaç dakika geçmeden yanıt geldi. Tunç çok mutlu olmuştu ve ertesi gün onunla buluşup herşeyi açıklığa kavuşturmak istiyordu.
O gece Öykü' nün gözüne uyku girmedi. Hem ertesi günün heyecanı,hem babasının hayatta olduğu gerçeğinin yarattığı şok onu huzursuz etmişti.
Sabah kahvaltı etmek üzere sözleşmişlerdi. İkisi de daha fazla uzatmak istemiyordu. Erkenden kalkıp hazırlandı ve her zaman gittikleri pastaneye gitti. Tunç da erkenden gelmiş, onu bekliyordu.
Masaya oturup siparişlerini verdikten sonra Tunç, elini tuttu.
-Gitmediğine çok sevindim. Bu kararı vermende umarım benim de payım vardır.
-Aslında sadece senin için kaldım desem...
Tunç önce mutlulukla gülümsedi, sonra gözleri kederlendi.
-Öykü, sana olan sevgimi inkar edecek değilim. Tanıştıktan kısa süre sonra bunu anladım ve seninle hayatımızın sonuna kadar birlikte olmaktan başka bir isteğim yok. Ama sana anlatmam gereken çok önemli bir konu var. Aramızda gizli saklı bir şey olmasını istemiyorum. Biliyorsun ben Adanalı' yım. Babam orada pamuk ticareti yapıyor ve daha ben bebekken ortağının kızı ile ikimizi beşik kertmesi yapmışlar. İleride başkalarıyla evlenip işi bölmeyelim diye. Ama ikimiz de kardeş gibi büyüdük Lale ile ve evlenmek de istemiyoruz. Ben okuldan sonra buraya yerleşip kliniğimi açtım ama Lale büyük baskı altında. Babası benimle evlenmezse başkasıyla evlendirmek istemiyor. Babam da tabii verdiği söze uymadım diye bana çok kızgın. Bana bu işi çözmek için zaman verir ve anlayış gösterirsen, en kısa sürede eşim olmanı istiyorum.
Aslında Öykü telefonda beşik kertmesi adını görünce bu duyduklarını tahmin etmişti ama evlilik teklifi almayı da beklemiyordu doğrusu. Tunç zaman istiyordu ama bu meseleyi çözebilecek miydi kimseye zarar gelmeden?

Öykü, ertesi gece başını yastığa koyduğunda; hiçbir olayın sebepsiz olmadığını düşündü. Ne o kediciğin yaralanmasının,ne o, babası olduğunu öğrendiği adamın kediyi yaralamasının, ne Tunç'u tanımasının ve ne de daha bilmediği ve hâlâ farkında bile olmadıkları her şeyin... Bir olaylar örgüsü vardı, günbegün akışa çıkıyor ve belirginleşip, insanoğlunun yaşantısını şekillendiriyorlardı. Bunlar zaten yazılmıştı; bu kişilerse, ister tanıyalım ya tanımayalım zaten varlardı, sadece sahneleri gelmemişti, sıralarını bekliyorlardı. İnsanoğlunun kaderine etkisi, istek ve tarzlarına göre; hayat oyununu onlar için daha yaşanılır kılıyordu. Bazen istekler, bazen tutkular sahne alıyor; olayların istedikleri yönde gelişmesi ise, mutlu olmalarını sağlıyor, aşırılıklar ise pişmanlıklarla sonlanıyordu. Ama son söz, mutlaka kaderin oluyordu. 

Öykü'nün, Tunç'un elindeki telefona (her ne kadar etik olmayıp, zor olsa da) belli etmeden bakması, velev ki gördü; beşik kertmesi de neyin nesiydi? Artık böyle düşünceler ve saflıkların gülünç olduğu günümüzde; bunları unutabilirsek, batıllardan da kurtuluruz. Akla aykırı her şey saçmadır... Nikâhın yenilmezliği ve tutsaklığı kadar olmasa da, kapasitesiz düşüncenin sonucu bu. Düşünebiliyor musunuz, nikâhta aklı başında olan insanlara "Bilmem kimi kocalığa ya da karılığa kabul ediyor musunuz?" sorusunun, asla sorulmaması gereken bir sabiyi, manevi olarak bir erkeğe tutsak etmek ve büyüyene kadar, bunu ortamlarda sık sık dile getirip, hem onların kısmetini kapayıp, hem de alay konusu etmek... Malın dışarı çıkmaması, menfaat işbirlikleri; demek ki iki gencin mutluluklarını sollayıp geçiyormuş bir zamanlar. Bunu düşünebilen anne ve babaların, evlat sevgilerinin bence sorgulanması gerek... 

Ben Tunç'un buna önem verdiğini düşündüm burada ve bunu açıklama gereği duydu kızımıza. Öykü'nün gitme kararını duyunca da çabucak vazgeçti. Bu, onun bir manada sırrıydı, sadece karısı olmasını istediği kişiye açacaktı ve öyle de oldu. Öykünün gitmekten vazgeçmesi üzerine ona bahsetti. 

Ertesi gün ise, sözleştikleri yerde buluşmak için sevinçle evlerinden çıktılar. Tek bir anı bile yaşamaktan mahrum kalmak istemiyorlardı. Hızlı hızlı yürüyorlardı. Tunç, Öykü'ye bir demet çiçek almayı düşünüyordu. Bu, belki onun vaktini alırdı biraz ama eli boş gidemezdi... Öykü'nün ise Tunç'a ulaşması için iki cadde geçmesi gerekiyordu. Zaman geç değildi ama yaşanacak çok şey vardı ve onlar bunu çok istiyorlardı. Derken Öykü'nün geçeceği yolun sol başında, düzensizce yerleştirilmiş eşyalarla dolu bir kamyonet vardı. Hafifçe eğilerek bakınca öykü, kamyonetin solunda hiçbir araba göremedi. Üstelik yaya geçidi yeşil yanıyordu. "Birden geçerim" düşüncesiyle kendisini yola attı. Üç adım sonra ise, parlak mavi bir  araba ona şiddetle çarptı...Öykü on metre kadar uzağa savrulmuştu. Herkes o yana koştu. Kızcağız yerde hareketsiz yatıyordu. 
Saçlarını arkaya toplamış, deri ceketli kirli sakallı ve gözlüklü erkek, bayağı bir telaşla arabasından indi ve yanına koştu. Ömür'e boş gözlerle bakıyordu.


Kirli sakallı adam şok olmuştu kaskatı kesilmişti. Etraftaki inşalar hemen bir ambulans çağırdılar. On dakika sonra ambulans geldi ve Öykü hastaneye götürdü. O sırada Tunç buluşma yerine giderken sevdiğini göreceği için çok mutluydu, elinde Öykü için yazdığı şiir vardı şiire bakıp içinden tekrarlayıp ezberlemeye çalışıyordu. Çiçeği verirken bu şiiri okuyacaktı tekrar kâğıda bakıp tekrarladı şiiri:

Onlarca yazar gelse yazamaz bizim öykümüzü
Saniye uzak kalsam senden, özlerim yüzünü
Kıblem sensin sana dönerim,
Senin olmadığın vakit, içimi kaplar sonbahar hüznü

Şiiri her tekrarladığında yüzüne tebessümle beraber masumiyette yayılıyordu. Buluşma yerine gitti, geç geldiğine rağmen kimseler yoktu ortalıklarda. Bir çay söyledi artından iki çay, üç çay dört çay… “Kapatıyoruz kardeşim” diye bir söz işitti sonra, baktı ki saat epey geç olmuş, kalktı masadan deniz kenarına doğru yürümeye başladı. Hüzünlü ve kederliydi “kesin gitti, kesin gitti! Beni burada tek başıma bıraktı gitti, tıpkı bir korkak gibi...” dedi içinden. İçini fenalar basmıştı, yağmur çiseliyordu üzerine fakat o terliyordu. 


Bir banka oturdu ve dudaklarından Orhan Veli’nin şiirleri döküldü:



İstanbul'da Boğaziçi'nde
Bir garip Orhan Veli'yim
Veli'nin oğluyum
Tarifsiz kederler içindeyim

Urumeli Hisarı'na oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum

İstanbul'un mermer taşları
Başıma da konuyor martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları
Edalım...
Senin yüzünden bu halim.

İstanbul'un orta yeri sinema
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama
El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne

Sevdalım...
Boynuna vebalim

İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim
Bir garip Orhan Veli’yim.

Sabah kadar bankta oturdu. Sabah olduğunda telefonu çaldı, baktı ki babası arıyor. Telefonu açtı “Oğlum bugün memlekete dön, beşik kertmen geldi. Artık sizi nişanlayacağım.” Kederli ve hüzünlüydü Tunç ve birazda sinirliydi Öyküye “o gittiğine göre bende giderim artık buralardan dedi.” Bir bilet aldı ve memleket yoluna koyuldu.


Uykusuzluğun verdiği bitkinlikle sersemlemiş halde kafasını arkaya yasladığı koltuğunda, başını cama çevirmiş dışarıya bakmaya çalışıyordu, kafasındakileri netleştirmek istercesine. Gözleri arada bir yumulup tekrar açılıyorlardı. Kalbi kırık döküktü. Her ne kadar kızgın olsa da böyle olmaması gerektiğine kendini ikna etmeye çalışıyordu, geçen kısa süreyi düşündüğünde sanki yıllarca birlikte olmuşlardı Öykü’yle ama gitti işte diye düşündü. Uyuyakaldı kendinden geçerek.
Yolcuların rahat uyuyabilmesi için otobüste ışıklar söndürülmüştü. Arada horultular, öksürük sesleri geliyordu. Bir anda ışıklar yandı ve otobüsün içinde uğultular yükseldi, muavin sesin geldiği yere koşturuyordu.
Tunç sayıklıyordu uykusunda. Koltukta çırpınıyordu adeta. Terler tüm yüzünü kaplamış, suratı acılar içinde kıvranıyor ve bir şeyler mırıldanıyordu “ola.. maz, hayııır, Öyküüüüü dur!” ancak çat pat anlaşılan kelimeler vardı dudaklarından dökülen.


Muavin tereddüt etti bir an ve sonra diğer yolcuları düşünerek hafifçe omuzundan dokunarak “beyefendi, beyefendi, uyanın!”  dedi birkaç kez ama uyandıramayınca daha da fazla sallamaya başladı.


Bir anda uyandı, gözleri kan çanağına dönmüş haldeydi, etrafına bakındı, herkes kendine bakıyordu tuhaf tuhaf. Rüyasının etkisinde olduğu belliydi, kendine gelememişti henüz.  Durumu anlamak istermişçesine muavinin gözlerinin içine baktı.


“Beyefendi, çok bağırıyordunuz, uyandırmak zorunda kaldım, kusuruma bakmayın. Ayrıca korktum da başınızı cama vuracaksınız diye. Çok da acı çeken bir haliniz vardı… Rahatsızlığınız varsa en yakın sağlık kuruluşuna gidebiliriz…” deyince az da olsa kendine gelen Tunç, kısmen anlamıştı durumunu ve hemen “hayır, hayır. Ben iyiyim, sadece bir kâbustu o kadar. Teşekkür ederim ayrıca. Bir su verirseniz sevinirim.”


Gelen suyundan bir yudum alıp başını arkaya yasladı tekrar. Işıklar da sönmüştü yeniden. “Çok tuhaf, çok. Basbayağı gerçekti be. Arabanın altında kaldı Öykü. Bir anda toz duman yükseldi ortalıkta ve arkasından alevler geldi toz duman arasından. Beynimin çevirdiği bir film" diye sitem etti beynine…

Öykü gözlerini hastane odasında açtığında nerede olduğunu anlayamadı. Kafasındaki müthiş ağrının sebebini düşünürken kolundaki serumu gördü. Aklını biraz zorladığında kaza aklına geldi. Etrafına bakındı. Hastane odasında ne kadar zaman geçirmişti? Buraya nasıl gelmişti?



Aklına Tunç geldiğinde bir çift ela gözle karşılaştı. Bu adamın kim olduğunu anlamaya çalışırken adam kendisini tanıttı. İsminin Yusuf olduğunu ve kendisine çarptığını söyledi. Öykü'nün ifadesini almak üzere bir polis memuru geldiğinde Öykü kazanın kendi hatası olduğunu ve Yusuf'un bir suçu olmadığını belirtti. Kafası dağınıktı ve yola çok dikkat etmemişti. 



Polis memurunun gitmesine rağmen Yusuf Öykü'nün yanından ayrılmamıştı. İçinden bırakıp gitmek gelmiyordu. Zaten kaza anından beride sürekli işlerini yoluna koyup, gerekirse telefonundan halledip Öykü'yü yalnız bırakmamıştı. Öykü ise Yusuf'u süzmüş ve kirli sakallarına rağmen ne kadar yakışıklı bir yüzü olduğunu düşünmüştü. Birden kendine geldi. Neler düşünüyordu böyle? Tunç'u seviyordu. Bir çift ela göze kapılmakta neyin nesiydi? İlaçlardandır diye düşündü. Aklını bulandırdığı kesindi.



O sırada durumunu kontrol etmek için hemşire geldiğinde Öykü'nün ayılmış olduğunu gördü ve doktora haber verip durumunu kontrol ettiklerinde artık taburcu olabileceğini söylediler. Öykü ne kadar zamandır hastane odasında olduğunu sorduğunda yaklaşık yirmi gündür bilincinin kapalı olduğunu öğrendi. Yirmi gün diye düşündü. Hemşire bu sırada Yusuf'un da sürekli yanı başında beklediğini söyledi çaktırmadan. Öykü birden yine o ela gözlerle karşı karşıya geldi. Ama hemen gözlerini kaçırdı. Aklına yine Tunç geldi fakat bir yandan da beşik kertmesini aklından atamıyordu. Tunç bu işi çözeceğini söylemişti ama beşik kertmesine şartlarına göre verilen söz senetti. Bu işi çözmesinin mümkün olmayacağını, olsa da çok canların yanacağını biliyordu. Ailesi ile de arası kötüydü. Yıllar sonra ortaya çıkan babası, annesinin babasını saklaması ve o anda aklına gelen acı gerçek. Artık bir evi yoktu. Ailesi yoktu. Tunç'a güvenmişti ama ondan da umudu kesmişti. Üstelik bu kadar zamandır hastanedeydi. Neden yanında değildi? Neden aramamıştı? Yoksa aramış mıydı? Hiç bir şey bilmiyordu. Bilmek istiyor muydu? Artık bundan da emin değildi. 


Öykü kafası dolu bir şekilde kendi dünyasına dalmışken Yusuf'un sesiyle kendine geldi. Yusuf o anda aklına gelen düşünceyi Öykü'ye bildirdiğinde söylediklerine kendisi de şaşırmış ve neden böyle bir şey söylediğine anlam verememişti.  Ama bunca zamandır kimse aramadığına göre aslında söyledikleri bir anlamda da mantıklıydı. Öykü yalnızdı. Hem biraz daha evde istirahat etmesi gerekiyordu. Çok riskli olmasa da bir ameliyat geçirmişti. 

Yusuf'un sözlerine bir anlam veremeyen Öykü kafası bulanık şekilde, hiçbir şey söylemeden ela gözlere bakıyordu. Ne demişti Yusuf? İyileşene kadar evinde misafir mi edecekti? Peki ama ne sebeple? 

Fakat o anda aklına gelen acı gerçekler içinin burkulmasına neden oldu. Gidecek yeri yoktu nasıl olsa. Bir süre tanımadığı birinin evinde kalmasında ne gibi bir zarar olabilirdi ki? Zaten en yakınları değil miydi? en çok zararı veren. O ela gözlere, kirli sakallara bir kez daha baktı. Konuşmadan sadece elini uzattı. Yusuf Öykü'nün gidecek bir yeri olmadığına artık tamamen kanaat getirdiğinde sorgusuz sualsiz o eli tuttu. Yataktan kaldırıp giyinmesi için dolaptan kıyafetlerini verdi. Öykü Yusuf'un elindeki kıyafetlere bakınca kendi kıyafetleri olmadığını gördü. Yusuf kendi kıyafetlerinin kan revan içinde olduğunu ve bu kıyafetleri kendisinin aldığını söyledi. Öykü banyoda üstünü değiştirirken aklında Yusuf'un ne kadar ince düşünceli olduğu vardı. Dışarı çıktığında Yusuf yürümesine destek olmak için elini uzattı. Aklında Tunç ve beşik kertmesi varken, hayatında hiç tanımadığı bir adamın eline elini bıraktı. Bilmediği bir hayata ilk adımını attı.

Hayat ne garipti. Düne kadar tanımadığın birinin evinde kalacaksın deseler hayatta inanmaz, hatta gülüp geçerdi. Ama şimdi kafasını toplayabilmek ve nasıl bir hayat kuracağına karar verebilmek için bilinmezlere doğru yolculuğa çıkmıştı. Hem de gönüllü olarak.

Arabaya bindiklerinde derince bir nefes aldı Öykü.Hastane havasını oldum olası sevememişti.Kaburgaları sızlıyordu.Şiddetli bir baş ağrısı vardı.
“Kazanın ve ameliyatın etkisiyle,vücudum sarsıldı.Normaldir” diye düşündü.

Yol boyunca Yusuf’la pek konuşmadı.Daha doğrusu konuşamadı.Taakati yoktu cümle kurmaya,cevap vermeye.
Dinlenmek istiyordu.Ama göz ucuyla da olsa Yusuf’u çaktırmadan izlemeyi bir türlü bırakamıyordu.Neden böylesine yoğun bir duygu yoğunluğu yaşıyordu?Hem sonra Tunç ne olacaktı?Yoksa ona olan duyguları aşk değil de hayranlıkmıydı?İlk görüşte aşk diye birşey gerçekten varmıydı?
-Ahhh gerizekalı Öykü sus artık sus!” diye içinden kendine telkin verdi.
Yalnız o esnada birşey dikkatini çekmişti Öykü’nün.Yusuf’un boynunda,içerisinde arapça kelimeler yazan üçgen şeklinde dövme vardı.Sanki bir sembol gibiydi...
Acaba anlamı neydi?Belki aile kökleri Araptır.Bu şey de onların damgaları ya da imzalarıdır diye düşündü.Tam sormaya yeltendi ki,Yusuf;

-İşte geldikk!” dedi.

“Neyse sonra sorarım” düşüncesiyle arabanın kapısına yöneldi Öykü.
Bacaklarına zorla güç vererek,dışarı çıktı.
Kafasını kaldırdı vee siyah renge boyanmış,keçi desenleriyle süslenmiş,altın varaklı ihtişamlı Köşkü gördü.
Şaşkınlık içerisinde;

-Bu..bu...burası..Burası senin yaşadığın yer mi?” diye Yusuf’a sordu.

-Evet,fakirhanemize hoşgeldin! 
dedi Yusuf.
“Rahatla biraz,artık yalnız değilsin” diye devam etti.

Yüzünde alaycı,tuhaf bir gülümseme vardı.Neler oluyordu?Öykü’nün ilk görüşte içini ısıtan o ela gözleri,bakışları hatta ses tonu bile korkutucuydu o anda...

Yavaş yavaş yürüyerek,köşkün kapısına vardılar.
Yusuf elini,demir parmaklıkların yanında bulunan,mavi ışıklı çelik kutuya soktu.5 6 saniye sonra da köşkün tüm kapıları yavaşça açılmaya başladı.Çok ürkütüycüydü.Koskoca yerde bir hizmetli,görevli yok muydu yani?Bu parmak izi taraması işi de neydi?Hem sonra Öykü evden çıkmak isterse ne olacaktı?
“Ben nereye geldim böyle,burası neresi?”diye içinden geçirmeden edemedi Öykü.
Kafasındaki sorulara daha yanıtlar bulamamışken,evin girişinde bulunan kırmızı tabelayı da görünce iyice korkmuştu.
Üzerinde AZAZEL KÖŞKÜ yazıyordu...

Öykü  ,bu zengin, bu gizemli köşkten içeri adımını atarsa ,kendisini nelerin beklediğini  bilmiyordu.Kalbi sıkışmaya ,nefes almakta zorlanmaya başladı.Hiç girmeden dönsem mi acaba diye düşündü.O sırada Yusuf çoktan evin kapılarını  açmış ve Öyküyü içeri çağırmıştı bile. Şu an kaçmayı ,arabaya binip oradan uzaklaşmayı ne çok isterdi fakat çok halsizdi ve bunu yapmaya gücü yoktu ,çaresizce kapıdan içeri girdi . 

-" Hoş geldin evine" dedi Yusuf o bal gözleriyle tatlı tatlı bakarken.Yeniden eski haline dönmüş gibiydi.

Bu adamın kaç yüzü var acaba diye düşündü Öykü.Yaşadıklarına inanamıyordu.

" Yok ben kesin zamanda bir yerde sıkıştım ,bir alaca karanlık kuşağındayım ya da paralel bir evrende başka bir hayattayım "  bunun başka açıklaması olamaz"  diye düşünürken evi incelemeye başladı. Ortam loştu , pahalı eşyalar, perdeler, halılar, biblolar fazla zengin fazla yapaydı ,üstelik içerisi havasızdı.

Birden Tunçu özledi,onun sadeliğini,yeşil gözlerini,sesini..Ne yapıyordu acaba? Aramak istedi ama cep telefonuna kazadan sonra ne oldu bilmiyordu ki..Sonra annesini düşündü,keşke her şeye rağmen annesinin güvenli kollarında olsa,onun yaptığı çorbayı içebilseydi. Üstelik anneler gününe de az kalmıştı hesaplarına göre.

Tüm bu düşünceler denizindeyken Yusuf'un sesini duyunca birden irkildi.. ."Aç mısın  ?"

Evet çok açtı,bişeyler yemek kendisine iyi gelecekti.  Yusuf mutfağa giderken Öykü odalara bakmaya başladı,yan yana sıralanmış ne çok oda vardı bu evde. En son girdiği oda da sehpanın üstünde bir fotoğraf makinesi ve yanında da bir sürü fotoğraf duruyordu.

Birden merakla fotoğraflara bakmaya başladı,sırayla tek tek..Gözlerine inanamıyordu..Nasıl yani nasıl?  Bu bu tesadüf olamaz..Fotoğraflardaki adam babası mıydı? Babası olduğunu sonradan öğrendiği adama ne çok benziyordu.Yusuf ,babası,bu ev,aynı kirli sakal,aynı deri montlar ???

Girdap gibi düşüncelerle boğuşurken  midesi bulanmaya başladı,yaşadıkları ve ilaçların da etkisiyle gözleri karardı,elindeki fotoğraflarla ve  fotoğraf makinesiyle birlikte yere devrildi,her şey flulaştı sonra...
"annesi babası Tunç kediler okulu arkadaşları çocukluğu... fotoğraf kareleri şeklinde gözünün önünden geçmeye başladılar.

Birden beyaz bir ışık gördü giderek parlayan ve kendisine doğru gelen..Omuzlarının hemen üstünde kanatlı minicik bir düş perisi duruyordu.


"Korkma" dedi peri "her şey yolunda, hepsi geçti "diye fısıldadı usulca..Sesi çok rahatlatıcıydı..

Gözlerini araladığında beyaz bir odada buldu kendini. Zaman durmuştu sanki.Elini sıcacık bir elin tuttuğunu hissetti.

Öykü, gözlerini araladı. Uzandığı yerden başını kaldırdı. Beyaz odanın içerisindeki abartılı eşyaları göz ucuyla uzaktan inceledi. Evine geldiği Yusuf'un, babası ile ne gibi bir bağı olabilirdi. Hayatı bu kadar karmakarışık olmuşken bir sürprizi daha kaldırabilecek miydi?

Derin düşüncelere dalan Öykü'nün karnı acıkmış olacak ki gurultular odadaki sessizliği bozdu. Odanın kapısını sessizce açtı. Parmak uçlarıyla yürüyerek merdivenlerin başına geldi ve şöyle bir geriye doğru bakındı. İçinden ne çok oda var burada diye geçirdi. Aklı hala masada gördüğü resimlerdeydi. Babasının hiç tanımadığı o adamla neden resimleri vardı? Gerçi 21 yıldır öldü sandığı babasını da tanımıyordu ki.

Alt kata inen Öykü, etrafa bakındı. Evde bir sessizlik vardı. Ürperdi. Buradan çıkması gerektiğini düşünerek kapıya doğru usulca yöneldi. Tam kapıyı açacak gibi oldu ama eli kapının koluna gidemedi. Aklında cevapsız bir soru kalmıştı çünkü. Babası nasıl biriydi?

 Hayallerimde babam bir kahramandı. Şöyle Superman gibi kötülüklere baş kadıranlardan.Kesinlikle bir gün birisine yardım etmeye çalışırken hayatını kaybetmiş olmalıydı.Hep böyle hayal etmiştim. Ancak bu ölüm yalanıyla benim kahramanımı asıl şimdi öldürdüler.Gerçekten de babam benim düşündüğüm gibi bir kahraman olmayabilir. Hatta tam tersi kahramanların savaştıkları kötü adamlardan da olabilir.
  Ne kadar aptalmışım diye söylenirken,masanın üzerinde duran parıltılı ahşap sandığı fark ettim. Eve geldiğimden beri orada mıydı emin değilim ama şu anda kesinlikle beni kendine çekiyor, onu açmam için yalvarıyordu. Merak etme  dürtüme yenik düşüp sandığı açmak için zorladım.Tabi ki kilitliydi. Bir kaç denemeden sonra pes etmek üzereyken karşı duvardaki aynada bir ışıltı gördüm.
 Ne tür bir bir masalın içindeydim.? Pamuk Prenses masalında mıydık ,Ayna ya bakıp: ’Ayna ayna söyle bana var mı benden daha güzeli mi demem lazımdı?’ Neler oluyordu?
 Aynaya yaklaştığımda latin harfleriyle yazılmış bir yazı gördüm. Uzunca bir süre baktıktan sonra yazının türkçe ama  kelimelerin tersten yazıldığını fark ettim.’Anahtar Sensin’ yazıyordu. ’Ah ne zekice ama !’ diye düşündüm.Daha iyisi olabilirdi.
Ama bir dakika! Bu ne demekti? Anahtar ben miydim?
 Kafamdaki bu sorularla sandığa bir kez daha yaklaştım.Elimi, tozlarını silmek için sandığın üzerinde üç kez sağa sola salladım. İnanmayacaksınız ama sandık üçüncü dokunuşumdan sonra açıldı.Hızlıca kapağını açtım.İçinde birkaç deste mektup vardı.Bunlar annemden gelen mektuplardı.Bir de fotoğraflar vardı.Benim fotoğraflarım.Annem  benim her anımın resimlerini göndermiş babama.İlk adımlarımı atarken,ilk dişlerimin döküldüğü zamanlar,lise mezuniyet günümden kareler ve dahası...
 Demek benden habersiz değildi.Her şeyi biliyordu.Yine de benimle iletişim kurmadı.Bu kadar zaman bizi isteyerek yalnız bırakmıştı. Zihnim bu düşüncelerle boğuşurken gözlerimden yaşlar çoktan akmaya başlamıştı.  Yine de bir yanım ‘Bu resimleri neden saklamış o zaman?’diye soruyordu.Bir sebebi olmalıydı.Belki de gerçek benim düşündüğüm gibi değildi.İçten içe öyle olmasını umuyordum.Bir açıklaması olmalıydı. 
  Bir kaç dakika sonra kapıda ıslak gözleriyle beni izleyen babamı ve Yusuf’u fark ettim. Delirmek üzereydim. Daha fazla kendimi tutamayıp bağırmaya başladım.

Yusuf babama yaklaşıp; ’Baba, her şeyi  bilmek onun da hakkı.Neyle karşı karşıya olduğunu önceden bilmesi  daha güvenli olur. ‘dedi.
Sonraki bir kaç dakika Yusuf’un ağzından çıkan ‘BABA’ kelimesi kulaklarımda çınlamaya devam etti.

Nasıl olur.? , Neden.? İçimdeki karmaşık sorular korku ile cevaplarını bekliyordu. Yaşadıklarım ruhuma çok ağır geliyor. Zorluklar karşısında kendimi karamsar ve zayıf hissediyorum. Karşımda 2 tane hayatımı alt üst etmiş adam vardı. Arkamdaki komodin de bıraktığım hatıra dolu sandığın nasıl bir açıklaması olabilir ki.? Üstelik yusuf... Tereddütsüz aptalca inandığım , kendimi toparlamak ve iyi  hissetmek için adım attığım insan. O da kapalı bir sandık. Karanlık sürprizler ile dolu. Yavaş yavaş yanlarına doğru gitmeliydim. Artık her şey ortaya çıkmalı , sorularım cevaplarına kavuşmalıydı. Hazırdım ne kadar zayıf hissetsem de hazırdım. Derin bir nefes aldım. İçimdeki hararetten olsa gerek terlemeye başladım. Alnımdaki soğuk terleri silmek için elimi yüzüme götürdüğümde burnumdan kan geldi. Buda ne şimdi.? Daha öncesinde de bir kaç kere burnum kanamıştı. Ama hayatımın karmaşıklığı içinde silinip gitmiş , önemsememiştim.  Bu defa daha çok ve ağrılıydı. Bir anda vücudum titremeye başladı. Gözlerim hafif hafif kararmaya ve başım dönemeye başladı.Sağımdaki masadan destek almaya çalışırken bir anda yere düştüm. Yarı uyanık , yarı baygın halde birbirlerinden anlaşılmayan 4 ağlamaklı ses vardı kulaklarımda... 

"Kestik!" cümlesinin ardından makyözüm yanıma çabuk adımlarla gelip esas maddesi mısır şurubu olan burnumdaki sahte kanı temizlemeye başladı. İşini büyük bir ciddiyetle yapan ve sarı saçlarını dağınık bir örgüyle şekillendiren hevesli makyözüme dönüp gülümsedim. "Teşekkür ederim fasulyem ama ben hallederim. Bugün sence de çok yorulmadın mı?"
Ona "fasulyem" diye hitap etmemin sebebi yeşil fasulyeye bayılmasıydı. Bir keresinde iki uzantısı da yeşil fasulye fenotipinde olan bir pantolan giydiğine bile tanık olmuştum.
Gözlerindeki ışıltı yüzündeki kocaman gülümsemeye eşlik ederken "Yorulmak mı? Senin yanındayken tüm yorgunluğum, bir sıvı olmamasına karşın buharlaşıp yeraltına karışıyor." Yüzümdeki soru işaretine tanık olduktan sonra gülümsemesi daha da genişledi. "Neden gökyüzüne karışsın ki? Orası enerjinin krallığı, yorgunluğun değil." Güldüm. Bu kızı seviyordum.

Işın, yüzümdeki imitasyon kanı temizledikten sonra ona sarıldım: "Gitmeliyim fasulyem. Kendine iyi bak!"
Sırrımı bilen tek insan olan Işın'ın yüzünde nereye gideceğimi tahmin ettiğini belirten bir endişe gölgesi belirdi. "Gitmesen olmaz mı?"
Bu gezegendeki benim için endişelenen tek insan olduğunu düşündüğüm Işın'a anlayışla gülümsedim. "Lütfen benim için endişelenme Işın. Hem gökyüzü; olağanüstülüğün krallığı, korkunun değil." Göz kırptım. Bu sefer gülen Işın oldu.

Yönetmenime ve diğer ekip arkadaşlarıma veda ettikten sonra setten çıkmaya hazırlanıyordum ki Tunç'u canlandıran Eser'in arkamdan "Bugün harika görünüyorsun!" dediğini duydum. Hemen ardından ekledi: "Tabii yoğun bir çamurda yüzmeye çalışan palyaço kılığında bir fare ne kadar harika görünebilirse!" Kahkahasını duymazdan gelip motor sinirlerimin setten çıkıp gecenin karanlığına ulaşmama neden olmalarına izin verdim. Canlandırdığı Tunç karakterini "Bir türlü kapağı açılamayan bir kavanoz kadar sıkıcı..." olarak tanımlayan Eser'in ara ara gerçekten eğlenceli biri olduğunu kabul etsem de yine de Tunç'u ona tercih ederdim. En azından insanlarla alay etmek nedir, bilmiyordu.

Yıldızların kendisini daha da çarpıcı kıldığı gökyüzünün altında yürürken yeryüzünü, insanların düşünsel renksizliğine karşın kendi renkleriyle güzelleştirebilen çeşitli çiçeklerin rahiyası burnuma ulaşıyordu. Bu hafta yoğun bir şekilde Irmak'ı canlandırmak beni yormuştu ve gökyüzüyle yeryüzünün sahip olduğu doğal güzelliklerinin kombinasyonu bana çok iyi gelmişti. Şimdi yeraltı, daha çok yorgunluk buharına ev sahipliği yapmak zorunda kalacaktı. Bu düşünceyle Işın'ın görüntüsü bir flaş gibi aniden zihnimde belirdi. Bu kısa süreye rağmen özlemin kalbimde bir çiçek gibi açtığını hissettim ve bu çiçek suyla değil, aradaki mesafeyle orantılı olarak büyüyüp gelişiyordu. Özlem sevgiyi daha da güçlendirse de, bir süre sonra o çiçeği koparmayı istemek elde değildi. Neden mi? Zaman geçtikçe acısal rahiyalar yaymaya başlıyordu çünkü.

Bir süre daha yürüdükten sonra durup başımı gökyüzüne doğru kaldırdım. "Merhaba olağanüstülüğün krallığı! Kraliçen olmama hazır mısın?"


"Merhaba olağanüstülüğün krallığı! Kraliçen olmama hazır mısın?" gözlerimi yumup gecenin serin havasını içime çektim.

''Anneee!''

''Çağın'' 

Boynuma sımsıkı sarılmış kolların arasından yüzümü kaldırıp gecenin karanlığında bize doğru yaklaşan silüete  baktım.

''Çok yaramazlık yapmadı ya Mısra teyzesi.''

''Hiç olur mu annesi? Çok usluydu elma kurdum.''

''Yaaaa, Mısra teyze deme öyle.''

''Ne diyim o zaman, fındık kurdum?''

''Ben çocuk muyum da...''

Çağının sözünü bitirmesine fırsat kalmadan Mısra'nın kahkahaları gecenin sessizliğini doldurdu.

''Tabi canım sen çocuk musun? Benimki de laf işte.''

Tüm neşeli hallerine rağmen Mısra'nın sesinde sabırsızlık seziyordum. Bakışlarını dikkatle yüzümde gezdirmesi gecenin karanlığında dahi fark ediliyordu.

''Haydi bakalım uyku zamanı koca adam. Yarın okul var.''

''Ama ya..''

''Aması falan yok. Ben de Mısra teyzeni geçirip geliyorum. İçeri marş marş!''

Çağın göğüs geçirip isteksizce ''iyi peki'' diyerek ayaklarını sürüye sürüye dış kapıya doğru yol alınca bakışlarımı Mısra'nın yüzüne çevirdim. Ama her ne kadar telaşlı hali devam ediyor olsa da, Mısra tek kelime dahi etmiyordu.

''Evet dinliyorum.''

''Neyi?''

''Mısra, hadi ama iki saattir kıvranıp duruyorsun gözümün önünde. Belli ki söyleyeceğin bir şeyler var. Söyle de rahatla.''

''Peki ama..''

''Ama?''

''Yarın Çağın'ın doğum günü ya..''

''Evet, ne olmuş?''

''Mezarlığa gidecek misiniz?''

''Ben gideceğim.''

''Peki ya o?''

''Bilmiyor.''

''İyi yapmışsın. Bugün çok hevesliydi. Yarın doğum günü partime gelecek misiniz, diye sordu durdu Aslı'ya.''

...

''Irmak iyi misin?''

''Değilim.''

''Canım benim..''

''Mısra teşekkür ederim ama istemiyorum. Çağın beni bekler. Teşekkür ederim, iyi geceler.''

''İyi geceler canım. Ama en ufak bir şeye bile ihtiyacın olursa çekinme. Hem yarın Aslı'yı okula bırakıp yardıma gelirim ben.''

''Çok sağol canım benim. Seni de yoruyoruz böyle kendi dertlerin yetmezmiş gibi.''

''Aman canım ne olacak sanki Irmak. Bütün gün didiniyorsun. Neyse, dediğim gibi ben bir telefon kadar uzaktayım bunu asla unutma.''

''Biliyorum canım, biliyorum.''

Mısra'yı iyi olduğuma zor bela ikna ettikten ve 'dişlerimi fırçalamayacağım işte' diye tutturan 'koca' afacanımı yatağına yatırdıktan sonra mutfağa inip sinirlerimi yatıştırmasını umarak kendime bir bitki çayı hazırlamaya koyuldum. Suyun ısınmasını beklerken aklımdaki düşünceler sanki beynimin her hücresine ayrı ayrı baskı yapıyorlardı. Yine migrenim tutmasa bari diye düşünürken gözüm yerdeki parlaklığa takıldı.

''Ah Çağın kim bilir nasıl yordun Mısra'yı da..''

Yere eğilmemle düşüncelerim adeta bıçak gibi kesildi. Sanki ruhum kesiliyor gibi hissettim desem daha doğru bir tarif bile olabilir. Yerdeki kolyeyi elime alıp doğrulmamla beynimdeki sancıların keskin bir ağrıya dönüşmesi bir oldu.

''Anne..''

''Çağın, korkuttun beni. Sen neden kalktın bakalım?''

''Uyuyamıyorum. Bu gece yanımda kalır mısın anne?''

''Kalırım, kalırım tabi canım. Sen yukarı çık ben ocağı kapatıp geliyorum.''

Ayak seslerinin yavaşça kaybolmasıyla gece eski uğursuz sessizliğine geri döndü. Bu gece yalnız uyumayı ben de istemiyordum. Tüm kapıları ve ışıkları kapattığımdan emin olduktan sonra cebimdeki kolyenin göğsüme oturan yüküyle beraber oğlumun yanına uzandım.

''Anne.''

''Efendim tatlım.''

''Beni de sete götürür müsün?''

''Olmaz, okulun var senin.''

''Haftasonu da olmaz mı?''

''Bak o zaman belki olabilir. Ama şu yoğunluk geçsin de bir.''

''Tamam.''

...

''Anne?''

''Efendim.''

''Seni çok seviyorum.'' 

Bu sözlerin mi, beni sımsıkı saran minik kolların mı beni daha çok duygulandırdığını bilmeden miniğime sarıldım.

''Ben de seni çok ama çok seviyorum canım. Hem de her şeyden çok.''


Daha doğrusu hayatımdaki her şeyim oğlumdu. Yaklaşık 8 yıldır başka birinin hayatını yaşıyor gibi hissediyordum. Belki de bu yüzden sadece amatör olarak uğraştığım ama aşık olduğum sahneden, tiyatrodan televizyon dizileri için setlere geçiş yapmıştım. Başkalarının hayatını daha somut olarak yaşayabilmek için. Belki de başka birisi olabilmek için. Kendimden kaçabilmek için. Ama her ne olursa olsun günün sonunda eski hayatım, bir çift minik kolla vücut bularak beni sıkı sıkı sarıyordu. 
Bunları yaşayacağımı bana, daha doğrusu o toy kıza, birisi söyleseydi; muhtemelen dayanamayacağımı söylerdim. Ama hayatta hep katlanamayacağımızı söylediğimiz şeylerin tam ortasında buluyoruz kendimizi. Ve onlara çok da güzel katlanıyoruz. Ama bu bir çift minik kol benim katlandığım şey değildi. Beni içine düşmemek için çırpındığım karanlıktan koruyan sapasağlam bir halattı. Ama malesef ki beni uçurumun kenarından tamamiyle kurtaramıyordu. 

Cebimdeki gümüş kolyeyi unutmamıştım. Zaten unutmam mümkün de değildi. Çamaşırlara rağmen adeta vücudumu yakıyor, tenimi dağlıyordu. Belki de  verdiği acı bedenimde değil de ruhumdaydı. Ama artık ikisinin ayrımını yapmakta zorlanıyordum.

Yine de tüm bunları zihnimin gerilerinde bir yerlere itmeye çalıştım. Yarın uzun ve yıpratıcı bir gün olacaktı ve çok yorgundum. Zaten çok geçmeden kendimi kabus dolu, rahatsız bir uykuya teslim ettim.

.
.

''Hadi bakalım uykucu bugün büyük gün.''

''Ne?''

''Bugün tam 8 yaşına bastın!''

Çağın ''Ama uykum var anne..'' diyerek yüzünü yastığına geri gömse de onu güç bela kaldırıp da okuluna teslim etmeyi başardım. Bakalım ben günün bundan sonrasını atlatabilmeyi başarabilecek miydim?

.
.
.

''Evet canım şanssızlık diye tam da buna denir. İki saattir yoldayım ve trafik açılacak gibi de gözükmüyor. Üstelik daha mezarlık yolundayım. Çağın'ı okuldan sen alabilir misin?''

''Tabi alırım bu da soru mu? Sen iyi misin peki?''

''Trafik açılırsa iyi olacağım da..''

''Peki o zaman, iyi bakalım görüşürüz.''

''Görüşürüz.''

Telefonu kapatır kapatmaz derin bir nefes aldım. Tabi trafik de adeta bana acıyarak bir anda akmaya başladı. 

''Allah'ım çok şükür sana.''

Ki aksilikler yakamı kolay kolay bırakmazdı, bırakmadı da. Bir sarsıntıyla yerimden hopladım. Arabama çarpıp gaza basan aracın arkasından saydırdıktan sonra çareyi yardım istemekte bularak telefonumu elime aldım.

''Alo Selim.''

''Efendim Irmak.''

''Ya hanzonun biri arabama çarpıp kaçtı da kaporta falan baya içe çöktü. Zaten trafik de ayrı bir sıkıntı beni Çınaraltı Mezarlığı'nın yolundan alabilir misin?''

''Tabi alırım biraz bekle sen.''

''Peki çok sağol.''

''Ne demek.''

Telefonu kapatıp esneyince kaslarımın ne denli gerildiğini anladım. Aslında Selim'e ihtiyacım yoktu ama son birkaç gündür kendimi her zamankinden daha da bir huzursuz hissediyordum. Mezarlığa gelmiştim ama içeri girmeye gücüm yoktu. Zaten çok geçmeden Selim'in arabasıyla ev yoluna koyulmuştuk.

''Çok bekletmedim ya.''

''Yok canım zaten sana da zahmet oldu.''

''Ne zahmeti..''

...

''Irmak?''

''Efendim?''

''İyi misin?''

''Of.''

''Ne oldu?''

''Sadece son günlerde tanıdığım herkes bana bu soruyu sıkça soruyor ve ben bu durumdan oldukça sıkıldım.''

''Peki özür dilerim. Sormadım farz et.''

''Ya Selim kusura bakma. Yani işte çok gerginim ve..''

''Ve?''

''Ve.. Ve 8 yıldan sonra bile ölen kocamın mezarına tek başıma gidemiyorum.''

''Waov!''

''Bunu gerçekten söyledim mi?''

''Fazla bile içinde tuttuğunu düşünüyorum aslında.''

...

''Irmak sen canlandırdığın süper kahramanlardan biri değilsin. Sadece insansın.''

''Öyle miyim dersin?''

''Ve tabi çok güçlü bir kadınsın.''

''Teşekkür ederim.''

''Bunları laf olsun veya iyi hisset diye söylemedim.'' 

''Biliyorum. İşte tam da bu yüzden teşekkür ederim. Gerçekten samimi ve sana acımayan birini yanında hissetmek güzel. Bir de...''

''Evet?''

''Nikah günümüzü bugün herkes partideyken söyleyebiliriz.''

''Acelesi yok Irmak gerçekten.''

''Biliyorum ama söyleyelim işte. Sonra herkesi arayıp da uğraşmaktan iyidir.''

''Sen öyle diyorsan.''
.
.
.

''Anneee!''

''Koca adam!''

Sanırım bu hayatta beni rahatlatan yegane şey bu minik kollardı. Tabi Mısra'nın allak bullak yüzü görüş alanıma girince iki dakikalığına dahi huzur bulamayacağımı anlamıştım.

Sadece dudak hareketlerimle sessizce 'ne oldu?' diye sormama kalmadan Mısra kenara çekildi.

''Kraliçemi çok bekletmedim umarım.''

Sonrasına dair hatırladığım iki şey vardı. Birincisi günlerdir içine düşmemek için debelendiğim karanlığın kolları, ikincisi ise dudaklarımdan dökülen tek bir kelimeydi:

''Alp.''

Ne kadar eserikli bir kadın oldum ben böyle? Bir günüm diğerini tutmaz oldu.

Yataktan kalkasım hiç yok. Cenin pozisyonunda yorgana dolanıp yatıp uyumak istiyorum sürekli. Halbuki dün ne kadar da iyiydim ama ya şimdi...

Bugün otuz birinci gün. Alp'siz geçen koca otuz bir gün. Ben onsuz bir gün bile duramazken, otuz bir gün geride kaldı. Nasıl dayanıyorum şaşıyorum kendime.

Dün gece ayrılığımızın birinci ayını kutladım bir başıma. Dağıttım birazda. Her kadeh kaldırışımda yeni bir dilek dileyerek yudumladım şarabımı.

Bu günkü ruh halim mi? Fena. Ağlamaklı bir duruşum var. Dokunsalar yeri göğü yıkar zırıl zırıl ağlarım. 

Son zamanlarda aynada gördüğüm ben değil sanki. Başka birine bakıyorum. Gözlerimdeki ışık nerede? Silindi. Kayboldu. Gülüşümden eser yok. Yapmacık gülüyorum etrafa. Neden güleyim ki? İçim sızlarken, gülmek saçmalık.

Sonunda yataktan kalkabildim ve bir fincan kahve ile oturdum cam kenarına. Bu minik çatı katını seviyorum. İlk gördüğümde de bayılmıştım zaten. En çok da büyük camları ilgimi çekmişti.  Yalnız kaldığım çoğu gecelerde yalnızlığıma ortak olan bu pencereler dilsiz arkadaşlarım oldu benim.

Pencereden her dışarı baktığımda ayrı bir hikayeyle karşılaşıyorum. Yolda yürüyen insanların yüzlerinde oluşan kimi hüzünlü, kimi mutlu, kimi acı hikayeler. Herkesin rol alıp yaşadığı kendi hikayesi.

Ya benim hikayem? Ya benim Hayalim? Neredeyim? 

Bu şehre geldiğimde yapmak istediklerim vardı. Ne oldu da bu kadar değiştirdi beni? 

Her şey yoruyor beni. Hep yorgunum. Sürekli düşünüyorum. İç sesimle kavga halindeyim.  

Sıcak bir yudum alıyorum kahvemden,derin bir oh çekiş çıkıyor dudaklarımdan. Burnum sızladı birden. 

Hep, hep içinde biriktirdiklerim var. Kendimle bile konuşamadıklarım. 

Kafamda sürekli kuruntu kuran bir makine kaydedip durmakta.

Annemi özlediğimi hissediyorum. Mis gibi çilek kokusu dolduruyor odayı. Şimdi beraber yeniden çiçek diksek bahçemize. Kır çiçekleri ile donatsak avlumuzu. Meyve saksıları mutfağımız süslese...

Elini tutsam sıkı sıkı gezinsem ya...

Babamı hiç hatırlamıyorum. Hatırlamadığım için hep üzgün hissediyorum kendimi. Duvar işçisiymiş babam. İskele yıkılınca hayatını kaybetmiş, annemde onun yasını tutmuş yıllarca bir daha evlenmemiş. Canım annem de, babamı fazla yalnız bırakmadı erkenden bırakıp gitti beni. Bir başıma bıraktı beni bu koca dünyada.

Tüm yitirdiklerimi hatırlıyorum bu sabah.

Alp'da yok artık.

Çok mutsuzum. Mutlu olmak için uğraşırken nasıl da mutsuz ediyorum kendimi anlayamıyorum.

Ama yapamıyorum... 

Rüzgar birden başka şeyler hatırlattı bana; 

Ne zamandır bana bakıyordu ki ? Ben daha yeni fark etmiştim onu. Ürperdiğimi hissettim. Bakışlarında bir gariplik vardı. Delip geçiyordu sanki içimden. Anlam veremediğim bir sıcaklık hissettim içimde. O an aynaya baksam kesin yanaklarımın kızarmıştı. Yanıyordu yanaklarım. Ellerim de öyle. Ya kan akışıma ne demeli. Film gibi sanki. 


İlk Ece'nin düğününde bir bahar akşamı gördüm onu. Beyaz gömleğinin içinde yıldızların parlattığı gecede kömür karası gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Biran gözlerimiz buluştu ve gülümsedi. 


Başımla selamladım onu. Gözlerimi kırptım. Tebessüm ederek karşılık verdi. Gülüştük ikimizde. Minik bir çukur oluştu o an sol yanağında. Siyah kirli sakallarının arasından o güzel gamze bana göz kırptı. 

Gözünü hiç kaçırmadan, direk gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu. Nasıl bakışlardı bunlar böyle. Kömür karası çukur gözler, hafif yanık buğday ten ve sivri bir çene. Çok hoş görünüyordu. Hafif rüzgarla birlikte hoş kokusu 
geldi burnuma?

Kalbime dur durak bilmeden kan pompalıyor. Çok hızlı şu an. 

"Şarap yaptı beni kesin. Kırmızı çarpıyor beni." 

"Şaraba suç atma Irmak. Çocuk heyecanlandırdı işte seni. Bırak kendini, bu gece özgür ol. Yaşa! Keyfini çıkar. Düşünme ve hisset."

Anılar, hatıralar çok uzun zaman sonra bir dakika içinde canlandı zihnimde

O yıldızlı gecede başlayan ilk aşkım, bana sevgiyi tattıran biriciğim, kalbinin en derinindeki ince sızı. 

Sevgili Alp...

Karanlığın kolları beni yine mi içine çekiyor?

Şimdi bunca zaman sonra, evleneceğim adımın elini tutarken, en yakın arkadaşımın kolunda karşıma mı çıktın sen?

Sarsıtıcı…

Bu sarsıntı bana bıraktığı acıdan başka bir şey değil. Onun gözlerinde ise sadece sinsi bir sırıtış.

Bir ay önce Çağın'ın spordan çıkışını beklerken gördüm onu. O beni görmeden hemen arabaya atmıştım kendimi. Kapıyı çarpıp gittiğinde artık Kanada'a yaşayacağım demişti. 

Ne zaman dönmüştü ki Alp?

Şimdi de evlilik arifesinde tam karşımda duruyor.

Kocamla birlikte mezara gömdüğüm koca sırım. Şimdi yüzüme tokat gibi çarpıyor. 

Beni yüz üstü bırakıp kaçan korkak.  Alp, derin sızım. Nereden çıktın karşıma? Bunca sene sonra, hayatımı yeniden alabora etmeye mi geldin?

Sen yok olup gittikten sonra hayatımı tümden değiştirdiğim sevgili? İstemiyorum seni.

"Irmak merhaba"

"Alp"

"Bunca yıl sonra ne güzel bir tesadüf" 

"Hımmm, öyle"

"Irmakçım siz Alp'le tanışıyor muydunuz? "

Bir taraftan Mısra'nın, diğer taraftan Selim'in meraklı bakışları benden bir cevap beklerken, Alp'in kolyeme bakan gözlerinin parladığını gördüğümde koca bir çıkmazın içinde olduğumu anlamıştım. 

Şimdi ben ne yapacaktım?

Oynadığım dizinin yapımcısı, çekim yaptığımız köşkün bahçesini bize tahsis etmişti bu günlük. Köşkün ihtişamına rağmen, evimizin bahçesindeymişcesine, samimi bir konseptte yapmıştım hazırlığı. Kimler yoktu ki... Dizideki annem, sonradan ortaya çıkan babam, Tunç, Yusuf, asistan Seray, çok sevdiğim makyözüm Işın... Ben de, hayat verdiğim Öykü'yü, bu günlük köşkün penceresinden izler bıraktım. En mutlu olduğum günü, yani hayatımın anlamının doğumunu kutlamak üzere, ev sahibiydim bugün köşkte. Hepimiz ara ara rollerimize bürünüp şakalaşıyorduk. Ta ki Alp'i görüp Mısra'nın sorusuyla karşılaşıncaya kadar. "Alp'le tanışıyor muydunuz?" cümlesinin yankıları, zihnimin duvarlarında titreşirken, yüksek voltta elektrik almış gibiydim. Belki de, uzun zaman sonra tekrar huzursuzlanan ruhum, bu anı yaşayacağımı çok önceden sezmişti. Bildiğim, ama ait olmadığım bir hayatın içinde sıkışmışken, tek gerçeğim vardı; oğlum. Bir an içerisinde, binlerce anının istilasına uğramıştım sanki. O sırada, Aslı annesine doğru koşarken düşmeseydi, bütün bunları düşünecek vaktim bile olmayacaktı. Çağın ve diğer çocuklar da oyunlarını bırakıp, merakla yanımıza geldiler.

"Heyy koca adam, arkadaşını merak mı ettin sen bakayım?" diyen Selim'in eğilmesiyle, Çağın'ın da Selim'in omzuna tırmanması bir oldu. Yıllar önce kaybettiği babasının sevgisini bulmuştu onda. İçimde ızdıraba dönüşen aşk acısını, şefkatle buluşturan, her kendimi kaybedişimde yolumu bulduran Selim... Evleneceğim adam yanımda, aşık olduğum adam karşımda. 'Off Irmak, şimdi bu düşüncelerin zamanı değil. Bugün can parçanın doğum günü' diye söylenen iç sesimle kendimi toparlayıp; "Hadi bakalım, pasta zamanıı." dememle, çocuklar sevinçle toplaşmaya başladılar.  Herkes çok mutlu görünüyordu.

Peki, Mısra'ya ne diyecektim? "Yanındaki adam tüm hayatımı allak bullak etti. Ve ben hala ona aşığım, ama başka bir adamla evleniyorum?" diye haykırsam, düzelir miydi her şey? Karakterle o kadar özdeşleşmiştim ki aylardır; 'benim yerimde Öykü olsaydı ne yapardı' diye de içimden geçirmeden yapamadım o anda.  Neyse ne işte! Bedeli ne olursa olsun, şu an yapmak istediğim şeyi yapacaktım. Selim'in elinden tutup, neşeli şarkılarıyla çocukları coşturan mini orkestraya yöneldim. Selim'in şaşkın bakışlarına aldırmadan, müzisyen arkadaşımın şarkısı biter bitmez, kaparcasına aldım elinden mikrofonu.
Ezberlenmiş rollere inat, doğaçlama vaktiydi şimdi. Ve sahne, yalnızca bana aitti ...


Bahçenin ışıkları yüzüme vuruyordu.Attığım her adımda dizlerimin bağı çözülüyor, düşecek gibi oluyordum. Selim'in elini daha çok sıkıyordum bu yüzden de .  Elini tuttuğum adam bana o muhteşem sözü hatırlatıyordu  'Sevgi neydi, sevgi iyilikti, sevgi dostluktu, sevgi emekti 'Evet ona aşık değildim biliyorum ama ona sonsuz güveniyordum . Yanında bana hiç bir şey olmaz. Selim beni her şeyden korur diye düşünüyordum .

Kocamın ani ölümünden sonra, o zor günleri atlatırken hep yanımda olan , bana ' oğlun için dayan' diyen  onun en yakın arkadaşına ,aşık olmuştum , aşkından yanmıştım belki de.  Gözüm ondan başkasını görmüyordu ,hatta Çağın'ı bile ihmal ediyordum onun için .O zamanlar dünyanın en yakışıklı adamıydı benim için. Uzun saçlarını sımsıkı toplar, insanlara biraz tepeden bakar, çok da fazla önemsemezdi çevresindekileri Alp. Kocamla ilkokulu, orta okulu hatta liseyi yan yana sıralarda Karadeniz'in o küçük ilçesinde okumuşlar, birlikte üniversite için İstanbul'lu olmuşlardı. Alp inşaat mühendisiliği, Çağın'ın babası mimarlık okumuş her şeyi birlikte yaşamışlardı .

Sevgililiğimiz, kısa süren nişanlılığımız ve daha da kısa süren evlilik hayatımız boyunca hep 4 kişiydik. Ben, Çağın'ın babası, Alp ve onun sık sık değişen sevgilileri. Ne buluyorlardı bu kadınlar bu adamda, ukalanın önde gideni derdim içimden. Nikah şahidimizdi bizim. Sonra, sonra o korkunç gün 'ofisten şimdi çıkıyorum 15 dakikaya evdeyim 'diye beni arayan kocam  eve hiç gelemedi. Kırmızı ışıkta durmayan bir sürücü yüzünden ve Çağın babasını hiç tanımadı.

Günlerce kimseyle konuşmadım, yemedim, içmedim sadece Alp in dizine yatıp ağladım. Günler haftalar geçtikçe Alp olmadan nefes alamıyordum. O gündüz ofise gidiyor, akşam elinde yiyecekler, Çağın için ufak hediyeler ile yeni taşındığım daireye geliyor, çoğu gece kanepede uyuyup kalıyordu. Bir süre sonra kalbimde de tenimde de sadece o vardı. Yeniden mutluydum, yeniden gözlerim ışıldıyordu. En çok bu ışıltıyı seviyordu o da. İlişkimizi saklıyorduk herkesten. Utanıyorduk sanki..

Bir yılı geçmişti ilişkimiz ve hamileydim. Çığlıklar atarak boynuna sarıldığımda aşık olduğum adam dondu kaldı. Ben evlenelim demesini beklerken, 4 kişilik aile hayalleri kurarken o

-Aldıralım bebeği Irmak    dedi,

Şaşırmış, yıkılmış bir kez daha tükenmiştim. Kocamın ölümünden sonra daha büyük bir acı olmaz derken var olduğunu görmüştüm. Bir kaç gün sonra gelip Kanada' ya gideceğini söyleyen sevgilimin ardından, soğuk bir hastane odasında minik bebeğimle vedalaşmıştım.

İşte o adam karşımdaydı. Boynumda bana aldığı kolye ile sahneye yürürken tüm bunlar film şeridi gibi geçti gözümün önünden.

Mikrofonu elime aldım.

Hoşgeldiniz, benim koca adam olan oğlumun doğum gününe ve nişanımıza diye sevinçle haykırdım.
Selim'le , canım dostumla evleniyoruz . 13 Aralık'ta nikahımız var dediğimde Selim'de şaşkınlık içindeydi . 6 ay içinde evleneceğimizi o da beklemiyordu sanki . 13 Aralık ... Alp'in doğum günü..  Ona vereceğim en güzel doğum günü hediyesi olacaktı işte..



13 aralık alp ile ilgili hayatımda kalacak son bağlantı olacaktı. Alp’in hayallerimin, gelecek umutlarımın ardından kalbimin derinliklerinde tutacağım yasın tarihi olacak. 
Öyle bir tarih ki karanlık bir kaderle doğduğuma inancımı değiştiren Selim ile başlayacağım geleceğin de mutlu tarihi olacak. Biz de bu değil miydik işte aynı anda iyi aynı anda kötü ,aynı anda memnun aynı anda pişman… 
ah Öykü ; senle ben değiştim sanki Öykü olmak beni büyüttü…

En iyi  arkadaşımın kolundan düştü Alp in eli ve çıkıp gitti. 
Mısra arkasından seslendi ama Alp dönmedi bile. 
Geçmişimin aydınlanması gereken bu noktasını Mısra ile konuşmalıydım belki son konuşmamız olacaktı ama olmak zorunda. Bütün arkadaşlarımız hatta selim bile nişanımızın şokunu yaşarken Mısra’nın koluna girdim ve onu öykünün sandığının olduğu odaya götürdüm . Öykü de böyle yapardı hayatının bilmediği detayları o sandıkta saklıydı ve benim saklı parçamı çıkarmalıydım şimdi …
-neler oluyor Irmak dedi Mısra
Derin bir nefes aldım gözlerimi kapattım ve
- kocam öldüğünde en yakın arkadaşı ve ortağı olan Alp bana çok destek olmaya başladı dedim.Mısra’nın gözleri kocaman açıldı bunu bilmiyordu.
En zoru başlamaktı ve başlamıştım gözlerimi açtım ve Mısra’ya baktım . 
-Her adımımda yanımdaydı ve bir noktada Alp e aşık oldum gerçi şimdi düşününce anlıyorum ki o yoksunluk halinde o ani kaybediş halimde inkarımdı Alp. İlişkimizi gizlememizi istediğinde Alp’e hak vermiştim şimdi düşünüyorum da sadece savrulmuşum rüzgarında. ben deli dolu kör kütük aşık olduğumu sandığım anda Alp  çocuğumuzu aldırmamı istedi ve gitti. Alp aslında hiç olmamıştı belki de . Onun için neydim bilmiyorum ama Alp bana çok önemli bir ders verdi Değerli olanı gizlemen gerekmemeli.

Derin bir nefes daha aldım ve Mısra’ya baktım 
-Sen benim en iyi arkadaşım yoldaşımsın beni affetmezsen çok üzülürüm ama hak veririm bilmen gerekiyordu bunu. Alp’le nasıl tanıştın bilmiyorum ama nasıl biri olduğunu bilmelisin .Lütfen beni affet dedim ve yaşlar dökülmeye başladı gözlerimden. Mısra’yı kaybettiğimi hissediyordum bu çok zordu. 
Gözlerim kapalı ağlarken kollarını hissettim Mısra’nın ve o da ağlıyordu. Bu konuyu aşacaktık bu duygunun sıcaklığıyla sardı her yanımı Mısra , o anda Selimin  bana seslendiğini duydum .
Selime de anlatmalıyım ama bu akşam değil bu akşam bizim mutlu anımızdı. Yarın tekrar Öykü olacaktım ama şimdi Selimin Irmak'ı olma zamanı. 
Boynumdaki kolyeyi çekip öykünün sandığına bıraktım set ekibi onu ait olduğu yere yani çöpe gönderirdi. Elimi yüzümü temizledim ve kocaman bir gülümsemeyle kendimi selimin kollarına bıraktım her defasında küçük bir adım. Hayat koşmaya gelmezdi. Alp ayağıma bulaşan çamurdu ve onu temizleyip devam edecektim…

Sayfalar arasında ne kadar zaman geçirdim bilemiyorum ama Kayra’nın tam olarak neden hikayeyi bu yöne çevirdiğini anlayamamıştım. İnzivaya çekildiği bu koyda kitabını bitirmek için istediği altı aylık sürenin yarısı bitmişti ve yazılanları kontrol etmek için ikinci gelişimdi bu. İlk gelişimde Öykü tam bir çıkmazın içerisindeydi ve babasıyla Yusuf’la kaçıp saklanması gereken gizli bir tarikatın düşmanları olarak ülke değiştiriyordu şimdiyse Öykü tamamen geri planda kalmıştı Irmak çok karışık bir karakter olarak karşımıza çıkıyordu Irmağı sevmiştim parlayan bir oyuncu gibi hayal bir hayat yaşayabilecek umut dolu Irmak …

Kayra bu yöne neden girmişti evet kitabını teslim etmesi için zamanı azalıyordu ama inanmadığı sevmediği bir şeyi yazmazdı …
Yıllardır birlikte çalışıyoruz ilk kitabı satış rekorları kıran, 17 dile çevrilen en genç yazar ve onu kendinden bile iyi tanıyordum hatta kendimden…
Gün doğana kadar klavye seslerini duydum burada kaldığım her gece olduğu gibi kanepede uyuyordum ya da uyumalıydım ama Kayrayı düşünmeden edemiyorum zayıflamıştı yazmaya dalıp kendini unutmuştu yine. Zihnime not düştüm burada bulunduğum sürece düzgün beslenmesini sağlamalıydım. 
Yazarken gözlerinde oluşan parıltıyı o kadar seviyordum ki onu izlemek muhteşem bir şeydi tabi o farketmiyorken, farkettiğinde gözlerindeki o parıltı bana olan kızgınlığa o kadar ani değişiyordu ki … yanına yaklaşmasına izin verdiği tek editör olmak gurur verici olsa da yanında olma isteğimin gururla hiç ilgisi yoktu .

Kayra beni büyülüyordu .

Kalkıp deniz kenarına indim orada ona yakın olabilmek ona özen gösterebilmek tabi izin verdiği ölçüde harikaydı keşke daha fazlasını istemeseydim. Bugün köye inecektik ben ısrar etmiştim insan görmeliydi biraz nefes almalıydı kağıtsız bir nefes...

Ona doğru yaklaştığımda, gözlerini sabitlemiş bomboş, soğuk ve anlamsızca denize bakıyordu.  Korkutmamak adına birkaç defa sessizce adını seslendim. Ancak hiçbir şekilde tepki vermeyince, biraz daha yanına yaklaştım ve omzuna dokunarak varlığımı gösterdim. Ama hala bir tepki yoktu. Kafasını sabitlenmiş olduğu denizden yavaş yavaş bana doğru çevirdi ve yine aynı donuk bakışlarla, bu defa da benim yüzüme bakmaya başladı. Ancak hiçbir şekilde ne konuşuyor, ne de tepki veriyordu. Onu ilk defa böyle görmüştüm. Tamam, herkesten farklı biriydi, gizemliydi, ama bu bakışlar beni ilk defa çok ürkütmüştü. 
-Kayra?
-Kayra beni duyuyor musun?
Hala hiç bir cevap ve tepki yoktu. Sadece gözleri gözlerimde, boş ve donuk bakışlar. Oysa bu gözlere dakikalarca bakmak en büyük hayallerimden biriydi. Ama hayal ettiğim sıcacık, gülen bakışlardı? Şimdi bu da neydi? 
Yanına eğildim ve ne olduğunu sordum. Ama hala gözlerimin içine baktı, baktı, baktı. Artık iyice korkmaya başlamıştım ki, bir anda sıkıca elimden tuttu ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ağladıkça, gözlerindeki buz kütlesi yavaş yavaş çözülüyor, o donukluk eriyordu. Hıçkırıkları azalıp, konuşmaya başladıktan sonra anlattıkları karşısında dehşete düştüm. Bu sefer o konuşuyor, ben ağlıyordum. 
-Ah ablacım! 
-Canım! 
-Bahtsızım! diye inlemeye, bağırmaya başlarken, bir yandan da Kayra'yı yumrukluyordum.
Ablam benden dört yaş büyüktü. Ben liseye hazırlanıyordum, o üniversiteyi kazanmıştı ve en çok istediği bölüm olan Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları bölümüne kaydını yaptırmıştı. Artık başka şehirde yaşıyordu. Yalnızdı. Annemin yatalak hastalığı nedeniyle ne ben, ne de babam ablamın yanına hiç gidememiştik. Neredeydi, nasıl yaşıyordu, ne yapıyordu çok fazla bilgimiz yoktu. Üniversitenin ilk yılında bize evlenmek istediğini söyledi. Başlangıçta babam karşı çıksa da, başka şehirde tek başına yaşamasındansa, evlenmesinin daha iyi olacağını düşünerek kabul etti. Ablam mutluydu. Okuluna da devam ediyordu ve dersleri de çok iyiydi. Bir yıl sonra yeğenim doğdu. Çok sevinmiştik. Her şey güzel gidiyordu. Ta ki bir gün ablamın ağlamaktan kısılmış olan sesi, telefonun öbür ucundan gelene kadar...  Eniştem ölmüştü. Ablam oğlu ile birlikte yalnız kalmıştı. Bu arada annemin hastalığı da ilerlemiş, sürekli bakıma muhtaç duruma gelmişti. Bu yüzden ablamın yanında olup destek de veremiyorduk. Ablam büyük bir azimle çalışıp okulunu bitirdi. Bu arada hem çok iyi bir anne, hem de çok başarılı bir oyuncu oldu. Bize söylemiyordu ama, hayatında biri olduğunu bile düşünüyorduk. Belki eniştemin ölümünden sonra yeni bir başlangıç, ona da iyi gelebilir diye düşündüğümüzden, onun adına gizli gizli seviniyorduk. Öylece yıllar yılları kovaladı ve ablam, yeğenim için büyük bir doğum günü partisi düzenlediğini; mutlaka bizim de orada olmamızı istediğini söyledi. 
Gittik...
O gece ablamı son kez gördük.
Geceyi inleten bir kurşun sesi, ablamı bizden ve bu hayattan tamamen aldı. Eniştemin en yakın arkadaşı olan birisi, ablamı vurmuştu. Ama neden? Hiçbir şeyin peşine düşememiştik, çünkü zaten ağır hasta olan annem buna dayanamadı ve o gece vefat etti. Babamın da yorgun kalbi, bir gecedeki iki kayba dayanamayarak durdu. Ancak yapılan müdahaleler sonucunda hayata döndürülebildi, ama o günden beri hala bitkisel hayatta, yatağa bağımlı yaşıyor. O cani katilin ise, hafifletici bir çok neden sunup kendini savunduğu mahkemede, az bir ceza alarak hapse gittiğini duydum. Ne yüzünü gördüm, ne sesini duydum. Sadece adını mıh gibi aklıma kazıdım: Alp Tekin


Şimdi bu ismin yazılı olduğu kimlik, Kayra'nın elinde ve onun fotoğrafıyla...
                                                         
Mimlenenler:


Berlin Berlin beni, ben de Ebemkuşağı'nı mimledim.

http://burasihayalkahvesi.blogspot.com.tr/2018/04/yeni-bir-mim-oyku-yaziyoruz.html


Ebemkuşağı yazdıııı, şimdi sıra İncirli Kurabiye Zeynep'deee...

Zeynep de yazdıııı.


O da Feri Peri'yi mimledi.


sonra da Yıldız mimlendi.


ve Sibella.

https://sibellaningunlugu.blogspot.com.tr/2018/04/mim-isimsiz-oykumuz.html

ve Saadet Sezer.


Berlin Berlin bir ekleme bölüm yaptı.

https://berlin7586.blogspot.com.tr/2018/04/ortak-oyku-yazyoruz-yeni-mim_24.html

sonra da,

Sessiz Kaldım,


ve Okuma Günlüğüm, Eren;


ve, Berlin Berlin yine ekleme yaptı;


ve de Bahçe Perim;


ve Acemi Demirci


sonra Derya


sonra ece abla


ve eleştirmen adam


sonra halil gönül;


ve sonra da beydanın kitaplığı


sonra da büşra sağlam


ve düş tasarımcısı


sonra daa


ve de elifgül


vee ciciş fatmanur


sonra daaaaaa irem akaay

https://fairytaleess.blogspot.com.tr/

vee elmas koçan


ve ardından

aytül


veee sonra da sevkoz

 http://sevimli-kitaplar.blogspot.de/

ve sonrası da Uzman Amatör




sonra da, öyküyü başlatan Berlin Berlin öyküyü bitirdi.

13 yorum:

  1. Öykü'nün öyküsü çok güzel oldu. Başta sizin ve emeği geçen herkesin emeğine sağlık:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Deep'in sayfasına yaptığımız yorumla ilk adımı attık ve hepimiz sayesinde sona geldik.Bence de herkesin emeğine sağlık. Öykü'nün öyküsü birkaç kişiden daha gelmişti. 👍 Neden olmasın? Bence de güzel. 😊

      Sil
  2. öykünün öyküsü denmişti. bence esprili de bir başlık oldu bu. bunu destekliyorum. ben de yayınlayım bu yazıyı başkaları da duysuun. eline sağlık. okurum ben de bir ara editör's cut'ı :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sağol Deep. Sayende başladık ve yazdık. Güzel de oldu. Hepimize bolca alkışlar👏👏👏

      Sil
  3. İnception.Rüya içinde rüya gibi öykü içinde öykü.Hatta Öykü’s İnception 🙄😂😂😂
    Öykü’nün öyküsü güzel bence de❤️

    YanıtlaSil
  4. Bence "ÖYKÜ" olsun adı da. :)

    YanıtlaSil
  5. elinize emeğinize sağlık, çok güzel bir iş çıktı ortaya sayenizde, başlık ne olacak acaba, öykünün öyküsü geldi aklıma amaa..:)

    YanıtlaSil
  6. Ayy ne olsa bilemedim. Ama çok güzel oldu. Herkesin emeğine sağlık :)

    YanıtlaSil
  7. bana gelen yorumları daaa okuuuuu bak bi dahaki öykü etkinliğin onları da alarııız :)

    YanıtlaSil
  8. Bence ismi " Bir Öyküde 2 Hayat " olsun :))

    YanıtlaSil
  9. Merak ediyorum adini 😊

    YanıtlaSil